Ankara Pulp: Bir Karton Kutu Macerası

Kirli camdan süzülen kurşuni ışık, daracık dairenin havasını hasta bir sarıya boyadı. Metropolün bu köhne köşesinde, umutsuzluk ve yalnızlıkla dolu bir apartman dairesi, günün ilk ışıklarını böylece karşılıyordu. Yastık altında, modern hayatın tutsak ruhlarının çığlıklarını andıran bir karasinek gibi, ısrarla çalan mobil telefonun sesi, günün kasvetini daha da pekiştiriyordu. Varoluşun kendisinin paslı kapıları aralanırcasına bir iniltiyle, bu çağın laneti haline gelen aleti aramaya başladım. Saat 6:45. Zamanın acımasız kırmızı rakamları, günün daha şafak vakti, beni alaycı bir şekilde karşıladı. Bir toplantı vardı. Hatırlamam gereken… bir şeyler olmalı. Belki de, bu labirent gibi metropolde, benim kadar kaybolmuş bir ruhla kesişecek bir randevu. Ancak, kim olduğu ve neden orada bulunmamız gerektiği, geçmiş gecenin şüpheli tercihlerinin kurbanı olan zihnimdeki sis perdesi ardında gizli kalmıştı.

Panik, soğuk bir yılan gibi içimde kıvrıldı. Bu şehirde, sıradanlığın ve tekdüzeliğin yükü altında ezilen bir yerde, toplantılar hafife alınacak şeyler değil. Ancak bir karşı ses, unutulmuş bir rüyanın derinliklerinden, belki de kolektif bilinçaltımızdan, yatıştırıcı bir tonla fısıldadı. Bir takvimden, kapitalist modernitenin zamanı parçalayıp, her anı bir performans, bir etkinlikle doldurma arzusunun simgesi olan dijital bir takvimden bahsediyordu. Camları titreten bir iç çekişle, kapitalizmin vaat ettiği konfor ve sıcaklığın uçup giden bir anısı, olabileceklerin acı bir vaadi olarak, yataktan sıyrılıp kalktım. Takvim, dijital çağın bir kâhini olarak, telefon ekranımda sert bir titreşimle hayat buldu. Titreyen parmaklarla, birbirine karışan günlerin arasında gezindim. Orada, modern yaşamın acımasız bir hatırlatıcısı olan diş hekimi randevusu ile neoliberal ekonominin bir tezahürü olan vadesi geçmiş bir faturanın tehdidi arasında sıkışmış, toplantı vardı. Aceleyle eklenmiş bir soru işareti ile – solgun hafızamın bir nişanesi olarak – karalanmış bir isim ve esrarengiz bir saat.

Umudun bir parçası, bir örümcek ağı kadar kırılgan, umutsuzluğumun kenarlarını yakaladı. Bir isim. Bir başlangıç noktası. Belki, yeterince kahve, yeterince sigara ile, belirlenen saate kadar bu bulmacayı çözebilirim. Bu şehir, bu monoton varoluş döngüsü, bu zaten parçalanmakta olan günü kurtarma şansı, bir kurtuluş parçası sunabilir mi? Ya da daha derin, daha Pynchonesque bir korku fısıldadı, toplantının bir hayal ürünü, dün geceki içkinin tortusundan doğan bir halüsinasyon olabileceği. Belki bu absürd, Kafkaesk dünya da, bir randevunun kavramı anlamsızdı, mücadelelerimize kayıtsız bir evrenin oynadığı acımasız bir şakaydı.

Medeniyetin ve sıradanlığa dair bir şeylerin geçer akçe olabileceği tek yer, şehrin alışveriş merkezlerinin pırıl pırıl cam/alüminyum cephelerinin ardında saklı. İçeride, hava klimadan yüklenir ve kimbilir hangi mağaza müdürünün neşeli seçkisinin ürünü olan tabii müzik de tıpkı hava kanalları gibi üzerimize boca edilirken neşenin steril bir illüzyonunu yaratıyor. Ancak mağaza çalışanlarının gülümsemeleri alışılmış, gözleri boş. Burada da her şeyin bir fiyatı var, hatta bağlantı yanılsamasının bile bir bedeli olduğunun sürekli bir hatırlatıcısı.

Bu özel Kasım sabahının sessizliği neredeyse sağır edici, yalnızca uzaktan gelen bir otobüs gürültüsüyle bozuluyor. Kemiklerime işleyen, insanın şehrin olağan kaotik senfonisini özlemesine neden olan, en azından hayatın bir işareti olan bir ses, ürkütücü bir sessizlik. Ama bu esirgenmiş anda, şehir uyuyor, ve sen de onunla. Ama, bir uyanış kaçınılmaz. Dişliler yeniden dönmeye başlayacak, rutinin acımasız makinesi tekrar hayata dönecek, ve sen, onun geniş montajındaki tek bir dişli, bir kez daha yerini bulmak zorunda kalacaksın. Yine de, şimdilik, bu sessizlikte garip bir güzellik var, sıradanın çenesinden çalınmış gizli bir zaman cebi. Bu çalınmış anı, şehrin acımasız ritmi tekrar kendi acımasız döngüsüne devam etmeden önceki bu kısa molanın tadını çıkarıyorsun.

Ankara’da varoluş, sürekli bir sinir harbi halinde, havada çatırdayan bir gerginlik akıntısı gibi hissediliyor. İnsanlar, sokaklarını mesken tutan başıboş köpeklerin yansıması gibi, aynı tedirgin enerjiyi, yüzeyin hemen altında kaynayan o kemirgen endişeyi taşıyorlar. Ve en tuhaf olanı ise aciliyetin olmaması. Kendi özel endişe girdaplarında sıkışıp kalmış, telaşla ve endişeyle dolanıyorlar, ancak ne bir varış noktası var, ne de zamana karşı bir yarış. Rahatsızlık onları bütünüyle yutuyor, geriye sadece boş kabuklar, hareketlerin mekanik tekrarlarıyla yaşayan otomatlar bırakıyor.

Her kısa etkileşimde bunu görüyorsun, zoraki gülümsemeler, hızla kaçan gözler. Sanki görünmez, doymak bilmez bir yaratık varlıklarının özünü kemiriyor, ardında kentsel yaşamın süslemeleriyle maskelenmiş bir güvensizlik ve korku karmaşası bırakıyor. Bunların hepsinin bir boşluğu var, çağın mütevazı karmaşa cephesinin arkasında derin bir ruhsal çöküşün yattığına dair ürpertici bir farkındalık.

“Kentlinin ruhu yoktur,” demişti birisi bir yerlerde. Onlar, hayaller ve tutkularla örülü değiller, sıradan detaylarda can bulurlar – torpido gözlerinde biriken benzin faturaları, bitmek bilmeyen anahtar şangırtıları, kredi kartlarının plastik ağırlığı ve çipinden kopmuş giriş kartları, otomatik pilotla yaşanan bir hayatın uzaktan kumandaları, ve o lanet takvimler, ruhsuz toplantılar ve randevularla taşan. İşte bunlar, onları bütün yapan parçalar, içlerindeki boşluğu örtbas etmek için giydikleri acınası zırhlar.

Şehir, hırs değil, sokaklarında dolaşan kolektif bir endişeyle çırpınarak ilerlemeye devam ediyor. Ve ben, onun pençesine yakalanmış, isteksiz bir gözlemci olarak, şehrin dokusuna kazınmış ruhsal erozyonu haritalandırıyorum.

Bu, içine fırlatıldığım, tam da göbeğine doğduğum, şehir, beni binbir türlü kimyevi ve mineral karışımdan endişeden bugünkü varlığıma dönüştüren kaynayan kazan. Taşlarının kendisi bile sinirli bir enerjiyle terliyor gibi, sakinlerinin namütenahi dansının bir yansıması. Sinirli insanlar, bacakları arasında dolanan başıboş köpekler gibi tedirgin, gülümsemeleri gergin ve gözleri fırlayacak gibi.

Yine de, hareketlerinde bir acelecilik yok, onlardan geçen huzursuzluğu yalanlayan tuhaf bir halsizlik var. Yıllarca mücadele ettiğim bir paradoks bu – ruhunu yavaş, acı verici lokmalarla yiyip bitiren bu şehir, tüm bunları yaparken bir sükunet temaşasını sürdürüyor. Buradaki endişe çılgınca bir telaş değil, içini yavaş yavaş kemiren sinsi bir çürüme. Kenarlarında kendi aklımı kemirdiğini hissedebiliyorum, yüzeyin altında sürekli düşük bir uğultu.

Ama korkuyu biraz kazıdığınızda altında olan bu umumi nevroza içkin tuhaf rahatlık. Şehrin kaygısının potasında dövülen bir dayanışma. Burada, dünyanın geri kalanında taktığımız maskeler düşüyor, yerini ham bir kırılganlığa bırakıyor. Nazik gülümsemeler endişeyle bezenmiş olsa da yine de samimiler, bu yalnızlık okyanusunda bir bağlantı çığlığı hepsi.

Belki de Ankara’nın gerçek gücü budur. Sizi çırılçıplak soyar, sizi sıradan totemlerden oluşan bir koleksiyona dönüştürür – sürekli artan ödenmiş benzin faturaları yığını, çıngıraklı takımlı anahtarlık, plastikle dolup taşan yıpranmış cüzdanlardan ikinci deriniz. Bunlar sizin tılsımlarınız olur, sizi bütünüyle yutma tehdidinde bulunan bir şehirde kendinize hâkim olmaya yönelik acınası denemeleriniz.

Telefonumun ısrarlı vızıltısı sadece komodinin üstünde değil, adeta kafatasımın içinde titriyor. Pavlov’un refleksi beni rüyanın kucaklaşmasından koparıp alıyor, uykunun kırılgan barışını paramparça ediyor. Hemen, Chinatown’un titrek sephia dünyasına, Gittes’in Çin lokantasına hapsolduğu sahneye, Evelyn Mulwray’in sesinin diğer uçtaki çıldırtıcı yankısına geri taşınıyorum. On beş dakika mı çalmıştı orada telefon? Bir ömür gibi geldi, Los Angeles sıcağına ve her karesine yapışan yolsuzluğun kokusuna gömülen umutsuz bir çığlık gibi.

Gittes’in aksine, ben kendimden çok daha büyük bir yalanlar ağında çırpınmıyorum nitekim, çağrıyı bir kaydırma ile sessize alabilme lüksüne sahibim, eğer buna lüks diyebilirsek. Ancak bu basit hareket bile, sürekli bir sinir enerjisi alt akıntısıyla beslenen bu şehirde bir zafer gibi hissediliyor. Kesik kesik bir iç çekişle telefona uzanıyorum, uykunun koyu karanlığının ardından sert mavi ışık geçici olarak kör ediyor. Ekrana bir bakış, park bankında bir güvercin kadar sıradan bir bildirim ortaya koyuyor – ustaca kaçındığım o dişçi randevusu için bir hatırlatıcı. Dudaklarımdan serkeş bir kıkırdama kaçıyor. En azından Gittes’in aksine, sonu gelmeyen talepleri sessize alıp, şehrin acımasız senfonisi yeniden başlamadan önce bir parça huzuru geri kazanma gücüm var.

Ne var ki, film noir dünyasına yapılan kısa yolculuk, ardında mütemadiyen süren bir huzursuzluk bırakıyor. Bu sabah kurgu ile gerçeklik arasındaki çizgi bulanıklaşmış gibi hissediyorum. Uyandığım şehir, Chinatown’un güneşle yıkanmış kabusundan gerçekten o kadar farklı mı? Aynı çaresizlik burada da, yüzeyin hemen altında gizleniyor, kendimizden çok daha büyük güçlere karşı aynı güçsüzlük hissi. Sabah iş yolundaki endişeli yüzler, gergin gülümsemelerle süslenmiş aceleci diyaloglar – hepsi hafifçe komplo teorisini andırıyor.

Chinatown, en sıradan şehrin yüzeyinin altında şişmekte olan endişelerin aynası sadece. Ve bu sabah, yarı uykulu, bulanık gözlerle baktığımda, bu yansıma biraz fazla gerçek geliyor. Belki de tekrar yorganın altına kıvrılıp, birkaç değerli dakika daha uykunun unutuluşuna kaçmalıyım. Ama şehir çağırıyor, rutinin labirent gibi sokaklarında yol bulmayı vaat eden amansız sirenlerin şarkısı, her köşe başında pusuda bekleyen, Gittes’in arabasında olduğu gibi, Evelyn Mulwray’in hayaleti ve onun uğruna öldüğü sırlarla sonsuza dek musallat olan o varoluşsal dehşetle yüzleşme fırsatı veriyor.

Bu hususta genellikle zayıf Ankara güneşinin pencere camındaki kir tabakasını delmeye çalışması değildi il baş gösteren emare. Hayır, bu şehirde şafağın gerçek müjdecisi bir kakofonidir. Önce, her harabe apartman dairesinden ve başıboş köpek cennetinden patlak veren çılgınca havlama senfonisi. Yaklaşan güne karşı bir hoşnutsuzluk korosu, iyi bir gece uykusu özleyenler için muhteşem bir senfoni (bu, sen değilsin). Sonra, kaçınılmaz olarak telefon acımasız tarruzuna başlardı. Burada, dünyanın geri kalanının aksine, telefonla iletişim sadece acil ya da önemli durumlar için değildir. Telefon, pervasızca kullanılan bir kitlesel rahatsızlık silahıdır.

Bu sabah, kırılgan barışı (ve Chinatown hayalimin son kısmını) dağıtan telefon araması amcamdan geldi. “Daha sonra arayacağım, Amca” – havada ağırlığını hissettiren, ilişkimizde sıkça başvurulan bir ifade. Ama yorganın altına geri kıvrılmadan önce, farklı bir türden bir sarsıntı vurdu. Köpekler – sessiz. Rahatsız edici bir sessizlik, çok şey anlatıyordu. Bu, sadece bir şeyi ifade edebilirdi: kabul edilebilir köpek kaosunun saatinin çoktan geçmiş olması, ki bu da hayli geç bir sabahı işaret edebilirdi.

Sedat, hem mahalleden hem de okuldan eski dostum, en eskilerinden olmasa da en sağlamlarındandı herhalde, geç başlangıcı pek umursamazdı. Sonuçta o, alışkanlıkları olan biriydi ve bu alışkanlıklar genellikle mebzul miktar bira sonrasında alınan enteresan kararlar etrafında dönerdi. Nihayetinde, yeraltında, sigara dumanının muhtemelen oksijene galebe çaldığı, umutsuzluk ve yerinden olmuş bir gençlik isyanı hissiyatına bulaşmış loş mekanlar, ortak tarihimizin başladığı yerlerdi. Yasaklanmış biranın ilk yudumları, bayat hava içinde fısıldanan ergenlik hayalleri – Sedat’ın şimdi kendini bulduğu banliyö kabusundan çok uzakta bir dünya.

“Olgun” yaşında, yani görüp geçirdikten hemen hemen bir an sonra, 42’de evlenmiş olmasına rağmen, karısı tarafından kapı dışarı edilmişti. Geç evliliklerin hepsinin harikulade karar alma mekanizmaları sayesinde üretildiğine dair upuzun tiratlarımızın ardında yatan ironiyi ben de görmüştüm. Sesindeki umutsuzluk, her sözcüğüne yapışan ihtiyaç, şehrin sabah senfonisi kadar tanıdıktı. Ucuz çiçeklerle ve bir akşamdan kalma özürle işleri düzeltme çabası – hayatının trajikomedisinde tahmin edilebilir bir senaryo.

Ancak bugün, bir izleyici değildim, bütün tercih irademe rağmen. Bugün, benim de rol almam gerekiyordu. Bu yüzden, şehrin bitmek bilmeyen yorgunluğunu yansıtan bir iç çekişle, yorganı kenara ittim. Ankara’da yeni bir gün doğuyordu, hiç ilgim olmamasına rağmen kaosun tanıdık rahatlığı ve kafa rahatlığım için, ve belki de, sadece belki, Sedat için de umut dolu bir kurtuluş vaadi ile dolu bir gün.

Sedat’a bu sabah erken buluşalım diye verdiğim söze saydırdım. Chinatown misali akşamdan kalma sersemliği daha ufukta görünmezken, ağzınızdan çıkan her söz mümkündür tabii ki. Şimdi ise, bedelini ödüyordum, tekmelenmiş bir köpek gibi tüm isteksizliğimle yataktan kalkıyordum. Ancak Demirtepe – ikinci el eşyalardan taklit saatlere her şeyin bulunduğu, tozlu, kaotik bir mahalle – düşüncesi, kasvetli sabahıma bir ilgi kıvılcımı getirdi.

Demirtepe’yi çok eskiden tanıyordum. Babamın ofisi, bundan 35 yıl önce, o zamanlar yepyeni diyebileceğim, ama yeniliğinin sadece dışındaki mermerimsi taş blok kaplamasında kaldığı, Kırıkkale Sineması’nın hemen karşısındaki köşedeydi. Şehrin bir ilçesinin -o zamanlar Kırıkkale, Ankara’nın bir ilçesiydi- adını bir sinemaya neden versinler ki diye gidip gelirken çok ama çok derin düşüncelere daldığımı hep hatırlardım.

Tabii ki artık ne sinema kalmıştı, ne de Demirtepe’nin eski sessiz sakinliği, beni oraya yeniden yönlendiren, karton mukavva ve kutucu dükkanı olan Kürt esnaftı. Dükkana ilk gittiğimde başım dönmüştü: onlarca, yüzlerce kutu, kuleler halinde yığılmışlar, biriktiricinin cenneti. Otuza otuz karton kutu için sadece 35 lira mı? Benim gibi, Sedat gibi kitap düşkünleri için büyük fırsat. Bu bağımlılığı paylaşıyorduk, odalarımız unutulmuş isimler ve okunmamış alımlarla dolup taşıyordu. Ancak çılgınlığımız farklı şekillerde ortaya çıkıyordu. Ben bir kitabı kutusundan çıkarmaya bile kendimi zorlayamazdım, el değmemiş, bakir sayfalara karşı tuhaf bir saygı duyarım. Sedat ise kitaplarıyla beraber yaşardı. Raflardan taşarlar, koltuklara rahatça yerleşirler, hatta çaktırmadan mutfağı işgale yeltenirlerdi. Sanırım onu başını yakan da bu oldu. Aile fotoğrafları ve kutsal ev süslemeleriyle yer kapma yarışına giren roman yığınları arasında duyduğu konfor. Aile hayatını hep severdi, konforu hep severdi, hıyarın bir beceremediği otomobil kullanmayı öğrenmek oldu, o da başka türlü bir konfor arzusu herhalde. Konfor seven insan evde kavga etmez gerçi, bu nasıl oldu da onca lafı etmeyi başardı. Karısıyla kavga, sarhoş özürler – bu tarz sonları yeterince görmüştüm.

Şehrin ebedi yorgunluğuna bir iç çekişle kendimi yataktan attım. En azından bugünün bir görevi, bir amacı vardı. Ucuz kutularla dolu bir yığın ve eski bir dostun derdini çözme – Ankara’nın bile değiştiremeyeceği bir işti bu. Hatta günü katlanılır kılacak, monotonlukla devasa mücadelenin içinde küçük, minnacık bir zafer bile olabilirdi.

Kahve ve nikotin yüklü bir enerjiyle motoru çalıştırdım. Kısa süre önce edindiğim SUV, ikna edici olmayan bir homurtuyla hayata döndü. Sert görünüyordu, dört tekerlekten çekişli yapısı, şehirde yetişmiş ruhunu gizleyen bir façadan başka bir şey değildi. Ama olsun, Ankara trafiğinin canavarlarının en kötüsünü korkutmaya yeten bir gösteriden ibaretti ve bu trafiğe çıktığımda gerçekten önemli olan tek şeydi. Göğsümde çarpık bir gurur parladı. Bu canavar gibi şehir denen makinede sadece bir dişli olabilirdim, ama en azından kaosa çıkmak için nispeten korkutucu bir vesaitim vardı.

Anneannem, hep vesait derdi, vasıtanın çoğulu aslında, nereden diline yerleşmişse, vesait vesait, vesait geldi mi oğlum, vesaitle gideriz, ne güzel vesait var buraya. Ama hiç çoğulunu kullanmazdı vesaitin. Hiç benim kullandığım arabayla yolculuk yapmış mıydı anneanneciğim, belki bir kere, ölmeseydi, yine telefon açıp vesait geldi mi oğlum deseydi keşke. Hemen her sabahki hayaletlerimden biriydi anneannem. Her sabah demeyelim, günde dört-beş kere karşıma çıkardı. Çok sevdiğim için ses de etmiyordum ama verdiği öğütlerin hepsi yaptığım herşeye çok ama çok tersti. Hayaletlerin vazifesi terslik yapmaktan başka bir şey olmayabilirdi. Tıpkı, oğlum bu eve girme derkenki duyarsızlığım gibi. Yani bir tek anneannem bu eve girme öğüdü vermişti, çok canlı ve hayatta olmadığı için ciddiye almamıştım galiba. Öyle bir apartmanda, öyle gereksiz bir yerdeydi ki, normal zamanlarda otomobil kullanmaya karşı mesafesi olan beni bile evden arabaya atmak yönünde büyük bir başarı gösterebilmişti apartman-mekân sıkışmışlığı.

Sıkışık dairemden çıkıp beton ormanına inerken, Sedat’ın evini düşündüm – o talihsiz banliyö normalliği teşebbüsü. Bembeyaz duvarları, sıradan mobilyaları ve fazlaca “olgun” rahatlığın baskıcı ağırlığını hayal ettim. Sevilen kitapların yıpranmış ciltleri yerine uyumlu perdelerle ölçülen bir hayat. Bir savaş alanına dönüşmüştü, evler asla ideallere uymazdı ve hamhalat hayallerin içinde hâlâ daha fazlasını arayan huzursuz bir ruh ya da birkaç ruh. Belki de ucuz karton kutular yığını, okunmamış maceralarla dolup taşsa bile, içindeki o sızıyı iyileştirmezdi. Ama, umut ediyordum, küçük, asi bir başlangıç sunarlardı. Veya ne sunacaktı küçük ve asi bir başlangıcı, hıyarın eminim sadece kendisine ayrılmış helâsında hâlâ üniversite yıllarından kalma Leman, Uykusuz ve Penguen ciltleri sıra sıra duruyordu ve her def-i hacet giderdiğinde dünyanın en rahat defetme eyleminde bulunduğuna dair kendine inancı pekişiyordu.

Dudaklarımda alaycı bir gülümseme belirirken, ki sabahlardan zerrece hazzetmezdim, şehrin sokaklarında ilerliyordum, egzoz dumanları ile sigaramın keskin kokusunun karışımı, tanıdık bir Ankara kokteyli oluşturuyordu. Bu karton kutu alma görevi, bu büyük cevalan, göründüğü kadar absürt olsa da, Sedat’ın karısı Senem’i geri kazanma yolundaki büyük, biraz da gülünç oyununun sadece açılış perdesiydi. İsimlerinin aliterasyonu, Senem’in hoşnutsuzluğuna rağmen benim için bitmek bilmeyen bir eğlence kaynağıydı, şimdi ise tuhaf bir şekilde dokunaklı hissettiriyordu. S ve S’nin kısa sürmüş evliliği, çenesini tutamayan bir S’nin diğer S’ye ettiği sözler neticesinde sirayet edebildiği her yere sirayet ettikten sonra nihayete erdi, son.

Ah Sedat, iyi niyetli ama yoldan çıkmış ruhuyla her şeyi siyah beyaz görürdü, isimleri bile. Onun için aliterasyon, önceden belirlenmiş bir kötülükten ibaretti, bir sesteşlik teorisinin alaycı bir dünya görüşüne dönüşmüş haliydi. Belki de bu, hayatın ritminin monoton hissettiği, bitmeyen bir uğultu olan acımasız Ankara’mızın bir yansısıydı. S’lerin s’lerle olan bitmek tükenmek bilmeyen yansı odasıydı. Fakat o alaycılığın altında bir umut ışığı görüyordum. Bu karton kutu macerası, bekârken kitap biriktirdiği günlerin bir parçasını geri kazanma çabası, sakar, sersem sepelek bir isyan eylemiydi. Ev hayatının beyaz duvarlarına ve bej mobilyalarına karşı bir isyan; karton koliler arasına yerleşmiş, unutulmuş öykülerin sahte sakil hakiki tesellisine duyulan bir özlem.

Belki de Senem’i geri getirmeyecekti, bütün bunlar. Belki ne demek, kesinkes getirmezdi. Velev ki bir ahmaklık, parçalanan bir evliliğin önünde durma, yersiz bir meydan okuma eylemiydi. Ama en azından bugün için, hiç olmazsa bir gün için, bu çılgınlıkta bir amaç vardı. Kutularla dolu bir araba, yazılı söze dair ortak bir sevgi ve ömürlük bir dostun yoldaşlığı – Ankara’nın acımasız uğultusuna karşı küçük bir zafer; her şeyi bir bütün olarak yutmakla tehdit eden o şehre bütünün parçası olmadığını kanıtlamak için bir ufak fırsat.

Sıkış tıkış trafikte ilerlerken, o mütekaidi olduğumuz birahanedeki dün gece kafamda canlanıyordu. Saymayı çoktan bıraktığım, fakat kendilerinin beni bir türlü bırakmadığı biralardan sonra gerçeklik ve saçmalık arasındaki çizgiler bulanıklaşmıştı. Bir noktada, ucuz içkilerin ve fanatik futbol taraftarlığı geçmişimizin gazına gelmiştik (ben sadece başka bir dilde yazsaydım taraftarı olabileceğim Beşiktaş’ı yerin dibine batırıyordum ve o garibim eski dostum kendini Galatasaray’a saydırmaya adamıştı), ve muhabbet birdenbire takım taktiklerine kaydı.

“En iyi savunma hücumdur,” diye gevelemişti Sedat, gözlerinde boş bir ifadeyle. Futbol sahasında ya da hayatta, her tür savaşta kullandığı düsturdu bu Sedat’ın. Senem’i geri kazanma konusundaki büyük planı da aynı yarım yamalak prensibe yaslanıyordu; fazla içkinin ve kaybolmuş rahatlığa duyulan umutsuz bir hasretin meyvesiydi. Alper, Allah akıl fikir versin, Galatasaray’ın 2000 Avrupa Kupası zaferinin hâlâ hayatının en önemli olayı olduğuna dair olan devasa güzellikte anlatısına sıkı sıkı sarılıyordu. Nostalji dramına boğulmuş, içine kendini zorla hapsettiği sisler ve komplo teorileri rüyalarının arasında kaybolmuş bir şekilde etrafta gelişen dramdan habersizdi, beni de Sedat’ın taktiksel saçmalamalarına gönülsüz seyirci olarak bırakmıştı. O zamanlar, huzur ve bir bira daha arzusuyla doldurulmuştum; belki de kafa sallamıştım hatta. Ama şimdi, günün acımasız ışığında, plan cesur olmaktan çok komik görünüyordu.

Yine de, tüm bu saçmalığın altında Sedat’ın kan çanağı gözlerinin bir başkaldırı parıltısı vardı. Ev hayatının düzenli kutusunu kabul etmeyi reddetme, o tanıdık savaş çizgilerine umutsuzca tutunma çabası. O anda anlamıştım. Bu sadece bir eşi geri kazanmakla veya bir alanı sahiplenmekle ilgili değildi. Bu, dayanıksız bir mantıkla ve boş bira bardaklarını silah olarak kullanarak bile olsa, karşılık verme içgüdüsüydü.

Eski Ankara büyüklerinin de dediği gibi, binaenaleyh Ankara büyük zaferlerin yaşanacağı bir yer değildi, ama bu mücadelede bir haysiyet vardı, mahkum kalmış bir hücumun buruk özgürlük tadı vardı. Bugün için elbette bu yeterliydi.

Kılgı ve Olgu sokaklarının kesiştiği köşe, bürokratik saçmalığın bir anıtı gibi yükseliyordu. Eylem ve Gerçek sokakları. Sanki Ankara zaten çelişkiler içinde debelenen bir labirent değilmiş gibi. “Sadece bu şehirde böyle şeyler olur,” diye mırıldandım kendi kendime, artan bir öfkeyle ıssız sokağı tararken. Sedat’tan hiçbir iz yoktu, çekingen bir özür yoktu, kendi ayak seslerimin çatlamış kaldırımdaki yankısından başka hiçbir şey yoktu. Elbette. Senem’in işe gitmesini beklemişti, karısının işe giden kararlı adımları onu o yıpranmış çarşaflardan kaldırmaya yetecek tek motivasyondu. Şimdi muhtemelen hâlâ Senem’in kokusuna sahip olan bir yatağın sıcaklığına dönmüştü, umutsuzca geri kazanmak istediği ev hayatının fısıltısı etrafındaydı. Salonda kanepede yatmadıysa tabii. Akşam çıkabilirse, o zaman soracağım dedim.

Sabah burukluğunun sempatisi yerini yavaş yavaş yükselen bir öfke dalgasına bırakmıştı. Karton kutular, şehrin acımasız trafiğinde araba kullanmak… Bunların hepsi devasa bir şaka gibiydi. Yine de, öfkenin altında, anlayışın bir kıvılcımı parlıyordu. Sedat bir rutin insanıydı, aşinayı özleyen bir adamdı; bu aşinalık kendi yıkımının tohumlarını barındırsa bile. Tıpkı içinde sıkışıp kaldığı şehir gibi, Sedat da monotonlukla mücadele ediyordu. Vahşi planları ve meydan okuma nöbetleri, kaçınılmaz olana karşı geçici başkaldırılardan başka bir şey değildi.

Tabii ki görkemli planı başarısızlığa mahkumdu, tabii ki kutular bir köşede tozlanıp gidecekti, ne ki başka türlü bir şeye duyulan özlemi temsil ediyordu bunlar. Ruha yük olan “yapmalılar” ve “zorundalar”ın ağırlığına karşı küçük bir direniş kıymığı. Farklı bir varoluş için umutsuz bir yakarış, tam olarak tanımlayamasa bile. Güneş, Eylem ve Gerçek sokağının kesiştiği noktaya acımasız bir ışık tutarken, ikimizin de aynı kumaştan dikildiğimizi fark ettim, bu rutinden ve konfor yanılsamasından başka çok az şey sunan şehirde kaybolmuştuk. Aksaya aksaya geldi, ayağında bir sıkıntı yoktu, hiç olmamıştı. Sadece sabahları çok bıkkın olduğunda böyle aksardı.

Soru aramızda asılı kaldı, paylaşılan saçmalığın sıcaklığına karşı bir soğuk su şırıltısı gibiydi. “Evet…” diye başladı Sedat, sesi azaldı. Gözlerindeki başkaldırı parıltısı söndü, yerine tanıdık bir yorgunluk geldi. “Yani, onları tam burada kaldırıma koyamam ya…” dedi, sesinde bir çaresizlik ipucu vardı. Yere fırlattığı sigara izmaritine tekme attı, kırık kaldırımda sekip gitti.

Alt dudağımı çiğnedim ve neredeyse boş olan sokağa şöyle bir göz gezdirdim. Acı gerçek yerleşmeye başlıyordu. Kutular, en ucuzundan bile olsa, kartondan bir izdiham halinde istiflense, yer kaplardı. Ve Sedat’ın yaşam alanı… pekala, artık tam olarak onun değildi ki.

“Bak,” diye başladım, göğsüme ağır bir yük yerleşirken, “Belki… yani, benim evde biraz yer var. Geçici olarak. Sadece bir şeyler çözene kadar.”

Teklif yetersiz, zayıf hissettirdi. Kendi evim de tam olarak ferah diyemezdim ve onlarca kutunun zaten sıkışık olan varlığımı darmadağın etme düşüncesi, yaklaşan bir felaket hissiyle doldurdu beni. Ama Sedat’ın çökmüş omuzları ve mağlup bakışları içimi acıttı. Yeterince acı dolu değilmiş gibi normalde, daha sabahın kör vaktinde tanık olmak zorunda kaldığım tekmelenmiş bir köpek gibi görünüyordu. Kim tekmeledi lan bu köpeği, kim, diye düşünüyordum.

“Emin misin?” diye sordu, gözlerinde bir umut kıvılcımı parlayarak yeniden.

“Evet, hı hı, eminim. Geçici bir çözüm,” diye mırıldandım. “Bir şeyler bulacağız.” Sözler kendi kulağıma bile boş geliyordu, ama çaresiz zamanlar çaresizce edilmiş laflar gerektirirdi.

İçimden bunun sadece başarısızlığa mahkum başka bir girişim, bira sisleri ve gece yarısı çaresizliğinden doğan aceleci bir plan olduğunu biliyordum. Kutular muhtemelen bir köşede toz toplamaya mahkumdu; kaybedilmiş savaşların ve terk edilmiş hayallerin sürekli bir hatırlatıcısı olacaklardı. Ama şimdilik, bu kısacık anda, bir umut kıvılcımını temsil ediyorlardı. Acımasız gerçeklik, artık tanımadığımız bir şehirde beraber yaşlanmakta olduğumuzdu, bu da inanırsan ortak bir başkaldırıydı. Ruhunuzu amansızca kemiren, bir kutu yığını ve kafanızda bir fil sürüsünden başka bir şey bırakmayan yerde, günü geçirmeye dair ufacık bir fiil.

“Yav, bir dakika dur,” diye patladım, dairemin karton bir ormana dönüştüğünü hayal ederken içimi bir panik dalgası kapladı. “Aslında hiç de onu kastetmemiştim.”

Sedat’ın gözlerindeki umut kıvılcımı anında söndü, yerine defansif bir teslimiyet duvarı örüldü. “Siktiret,” diye mırıldandı, ayakkabısıyla kaldırımı ezerken. “Zaten manasızdı.”

“Ney?” hem ne dediğini duymamıştım, hem de aslında, biraz da bir kere daha üstüme yığılıp kalmasından vazgeçtiğini herhalde gün yüzüyle duymak istiyordum.

“Mânâsızdı ya, saçma bir fikirdi.”

Sinirlerim tepeden tırnağa gerildi. “Yahu, Sedat, Sedatcığım, eski dostum! Bir saniye olsun düşün. Kendine acımayı bırak. Hele bir de kanka, dostum saçmalıklarından bahsetme bana, zaten sıkışık lan benim evim, nereye sığdırayım senin kutularını. Hadi kutularını koydum, seni hangi kutuya koyacağım ben?”

Derin bir nefes aldım, içimdeki öfkenin kaynayıp taşma tehlikesini azaltmaya çalıştım. “Demek istediğim, bir depo alanı mı kiralayacaksın, bir ev mi tutacaksın, bunları düşündün mü? Küçük bir ev mi tutacaksın, çaktırmadan sadece kutular için depo mu tutacaksın, nerede yatacaksın?”

Mükemmel bir çözüm değildi, ama atanamamış bir istifçi olmayı kesin yenerdi. Pratik yanım boş bir alana para harcamanın saçmalığına karşı isyan ediyordu, ancak ezici bir yenilginin ne olduğunu bilen diğer yanım, bunun bir can simidi olabileceğini umuyordu.

Sedat’ın bakışları kaldırımın çatlaklarından benim ciddi ifademe kaydı. Sonunda içini çekti, “Hmmm… bunu düşünmemiştim bile.”

“Tamam, iyi işte. Şehirde bir yığın yer var, büyük ihtimalle biraz daha uzaklarda olanlar daha ucuzdur,” diye bastırdım, kendini sabote eden zırhında bir çatlak gördüğüme sevinerek. “Geçici bir çözüm, sadece işleri yoluna koyana kadar. Sana nefes alacak, düşünecek alan sağlar…”

“Ve Senem’le böyle garip garip zıtlaşmalardan kaçınmamı,” diye bitirdi Sedat, dudaklarında alaycı bir gülümsemeyle.

“Kesinlikle, aynen” diye onayladım, omzuna vurarak. “Ve kim bilir, belki de okunmamış kitaplarla dolu kutular yeni bir başlangıç için bir tür şiirsel metafordur.” Ben söylediğime inanmıyordum, bazen insan kendini kaptırıyor diye düşünüyordum. Bir geceyarısı kadının birine dayanamayıp da şiir okuduğum o an aklıma gelmişti. Sedat o anı bilmiyordu tabii ki, benim de duygusallığımı kaldıracak hali yoktu.

Kederli gibi değil ama daha uyanmamış gibi, “Ya, siktir git, sabah sabah kafa açan şairliğine sokayım senin de, umarım bekârlığımın acınası bir metaforu haline gelmezler; yoksa sendeyim.”

Kafamızda tepişen fil sürüsü biraz daha az bunaltıcı görünüyordu. Büyük bir plan yoktu, garantili bir zafer yoktu. Sadece bir umut kıvılcımı, geçici bir soluklanma ve bu şehirde bazen en iyi savunmanın sadece kutularını yığacak bir yer bulmak olduğunu hatırlatan bir şeyler vardı. Dudaklarımdan keskin bir kahkaha kaçtı, sese koyu bir mizah dozu karışmıştı. “Lan, Sedat,” diye mırıldandım. “Ayıpsın, dükkan senin.”

Farkındalık beni sert bir kahve dalgası gibi vurdu. Bu plansız bir çaresizlik eylemi değildi, bu karmaşık olmakla beraber bir stratejiydi. Kutular, bir zamanlar paylaştıkları evde varlığının fiziksel bir tezahürüydü. Ama zekice bir şekilde, onları doldurma yükümlülüğü Senem’de kalacaktı. “Gerçekten trajikomik bir şekilde muhteşem,” diye derin bir düşünceye daldım. Elbette, kutuları açmak için parmağını bile kıpırdatmayacaktı. Bu, onun tembelliğinin, duygusal şantaja dönüştürülmüş varoluş halinin bir kanıtı. Belki de daha fazlası. Kafamda bir tilki diğer tilkinin kuyruğuna yanaşmışken duraksadım. “Belki de bu… tuhaf bir teslim olma biçimi.”

Şehrin acımasız trafik uğultusu arka planda mırıldanırken, ikimiz de Sedat’ın tuhaf planı üzerinde kafa yoruyorduk. Artık net bir şekilde görebiliyordum, savaş alanı silahlarla değil, boş karton kutularla doluydu. Bu, Sedat için kendi hayatında bir alan geri kazanmanın, kapı dışarı itilmeye karşı pasif bir isyanın bir yoluydu.

Ama tıpkı içinde yaşadığımız şehir gibi, her şeyin altında melankolik bir alt akıntı vardı. Kutuları boş bırakmak güç değil, teslimiyet göstergesiydi. Savaşamayacağı savaşlar olduğunu ve bu kutulardan bazılarının nihayetinde yeni bir başlangıçtan ziyade kayıp bir hayatın parçalarını tutabileceğini kabul etmekti.

“Pekala,” dedim ellerimi birbirine vurarak, sabahın yorgunluğunun yerini aniden bir amaç duygusu alarak, “görünüşe göre bir görevimiz var. Sadece kutu satın almak değil, kutuları koyacak bir yer bulmak. Duvarları ve kapısı olan gerçek bir yer. Karton denizinin ortasında başlamak anlamına gelse bile, yeniden başlamak için bir yer.”

Sedat’ın gözlerinde tanıdık, belli belirsiz çok eskilerden kalma bir ümit, biraz naiflik, biraz da hafifçe sabah kaygısıyla dolu bir kırılganlık parıltısı vardı. “Hakkaten mi? Gerçekten öyle mi düşünüyorsun?”

“Dinle dostum, Ankara seni yıpratabilir, kafanı kaldırımlara sürtebilir,” diye cevapladım, sesim şehirde bazen en isteksiz sakinlerinde bile oluşan çelik gibi bir kararlılıkla dolu, “ama seni henüz kıramadı. Yani evet, öyle düşünüyorum. Şimdi o kutuları alalım ve sana bir daire bulalım. Senin hatun bu turu kazanmış olabilir, ama oyun henüz bitmedi.”

Gösterge panelindeki saat 7:40’ı gösteriyordu. Ankara sokaklarına her zamanki sabah çılgınlığı henüz inmemişti, bu da şehre aldatıcı bir huzur havası veriyordu. SUV mırıldanarak ilerliyordu, tek ses, inatçı çiselemeye karşı savaşan sileceklerin ritmik hışırtısıydı.

“Peki,” dedim sessizliği bozarak, “bu efsane kartoncunun Demirtepe’de nerede saklandığına dair bir fikrin var mı?”

Sedat omuz silkti, bakışları dışarıdaki sokakların karmaşasında kayboldu. “Sanırım eski pazarın yakınlarında bir yerlerde. Kuzenim bir keresinde bahsetmişti.”

“Harika,” diye mırıldandım, “o labirentte bu saatte gezinmek çok keyifli olacak.”

Demirtepe kaotik bir organizmaydı, seyyar satıcılar, alışveriş yapanlar ve ara sıra başıboş köpeklerle dolu dar sokaklardan oluşan geniş bir ağdı. Orada bir park yeri bulmak çıkmaz demeyin, şansınıza güvenin tadındaydı.

Saat sekizi geçerken sabahın sakinliği buharlaştı. Arabalar yer kapmak için itişip kakıştı, korna sesleri çınladı ve yayalar araçların arasında, potansiyel araç katliamına karşı pratik bir kayıtsızlıkla ilerlediler.

“Herhangi bir park yeri görüyor musun?” diye sordum, sesim alaycılıkla dolu.

Yüzü artık endişeyle buruşmuş olan Sedat başını iki yana salladı. Bloğu, sonra bir tane daha ve bir tane daha dolandık, her dönüş midemdeki artan hayal kırıklığı düğümüne ekleniyordu.

“Bu umutsuz bir durum,” dedim sonunda, bir teslimat kamyonuyla çarpışmaktan kıl payı kurtularak yolun kenarına çekerek. “Bu hızla bütün gün burada olacağız.”

Sedat yenilmiş bir iç çekti. “Belki daha sonra geri gelmeliyiz.”

“Ve bu karmaşada gezinerek bir saat daha mı harcayalım?” diye karşılık verdim. “Olmaz. Bak, seni şu köşede bırakacağım. Sen kartoncuyu bulmaya git, ben bir yer bulana kadar dönmeye devam edeceğim. Burada, aha şu çayevinde buluşalım… işini ilk bitiren oraya gelsin”

Gözlerinde bir umut parıltısıyla başını salladı. “Peki, iyi.”

Onu Demirtepe’nin esnemeye başlayan bir vahşi hayvan gibi kollarını açmış da sokaklarına dağılanları teker teker yutmaya başlarmış gibi yaptığı anda sanki bir yem gibi kalabalığın arasında gözden kaybolurken izledim. Sonra, insan sabrının sınırlarını test etmek için tasarlanmış gibi görünen bir şehirde park yeri bulma gibi Sisifosvari bir göreve kendimi teslim ederek, araç balesine yeniden katıldım.

Kırk dakika sonra, sayısız tur ve kıl payı kaçırmalardan sonra, sonunda bir yer buldum. Sedat’a buluşmak için sözleştiğimiz yerde katıldım.

Bir masada çökmüş oturuyordu, önünde el değmemiş ılık bir çay vardı. Yüzü hayal kırıklığı maskesini takınmıştı.

“Şansın yok muydu?” diye sordum, cevabı zaten tahmin ederek.

Başını iki yana salladı. “Mağazayı buldum, ama…” Duraksadı ve sinirli bir iç çekti, “saat 10’a kadar açılmıyor.”

Bir an için suskun kalarak ona baktım. “Şaka yapıyorsun, değil mi?”

“Hayır,” diye cevapladı, sesi düz. “Kapıda büyük bir tabela var. ‘Saat 10:00’da açılır.’”

Orada oturduk, ortak çilemizde birleşmiştik. Görünüşe göre şehir bize komplo kuruyor, sadist bir sevinçle yolumuza engeller çıkarıyordu.

Discover more from Sinan Tankut Gülhan

Blogdaki Gelişmeleri Takip Etmek için abone olabilirsiniz:

Subscribe now to keep reading and get access to the full archive.

Continue reading/Okumaya devam edeyim..