Prag’da Seyahat: Bir geç sonbahar toplantısı

Prag, unutulası bir şehir değil. Hatırlanacak bir şehir olup olmadığıysa tartışmalı. Dünyanın en güzel nehirlerinden biri Vltava kıyısında, dünyanın eski şehirlerinden birisi.

Prag serisini daha Prag’a gelemeden bitirdim neredeyse. Bazı şehirler, siz onu terk etseniz bile sizi çağırmaya devam eder. Prag öyle bir yer değildi. Belki, o karanlıkta parlayan kale ve nehir için değerdi. Bilemiyorum, böylesi turistikleşmiş bir yeri övmenin kimseye faydası var mı? Ancak, orada işte dört beş kişiydik dediğinizde bir an, gerçekten elle dokunulabilir bir ana dönüşüyor.

Prag, Karl Köprüsü, 2022

Birincisi, airbnb sağolsun, fevkaladenin fevkinde bir yerdeydi konakladığımız daire. Hemen yukarıda gördüğünüz Karl Köprüsü’nün üç dakika yanı başında. İyi ısınan, büyük, hatta kocaman bir yerdi. 3-4 kişi için 80 euro da hiç fena fiyat sayılmaz. Doğal olarak, bu rakamları Nisan-Mayıs’tan itibaren iki veya üçle çarpmakta fayda var.

Benim yaşadığım yerlerde en çok aradığım, üşüsem bile en çok sevdiğim şey olan sınırsız -veya en azından sınırları bir hayli geniş- bakış açısına sahip olmaması evin en büyük dezavantajıydı. 5 günden fazla böyle bir eve ne kadar dayanabilirim bilmiyorum. Unuttuğum bir hasletti aslında, sigaraya çıktığımda şöyle geniş bir ufka bakmalıyım. Bir sonraki fotoğrafta görebileceğiniz mutfakta ise sigaraya çıkan balkon var, o balkon da dört tane bembeyaz duvara bakıyor. One Flew Over the Cuckoo’s Nest izlediyseniz, harika bir reçete.

Yeşil mutfak ve nespresso makinesi, ufarak balkonda orada.

Şu postayı yazdığım günlerde, Türkiye’de yaşamakla Avrupa’da yaşamak arasındaki farklar tartışılıyor Twitter’da. Tabii katılımcılar genelde Almanya’dan geliyor bu tartışmaya. Oysa, Doğu ve Orta Avrupa, en parlak yaşam alanlarını sunuyor. Son bir yılda, Zagreb, Zielona Gora, Polonya ve Prag, Çekya yaptığım için bu konuda bir hayli güncel verilerle yazabilirim.

Avrupa Birliği, Orta ve Doğu Avrupa’nın şehirleri için inanılmaz bir katkı sağlamış. Şehirlerden kastım, sadece Prag gibi turistlerin gözbebeği bir yer değil, Zagreb gibi bundan yirmi sene önce, Hırvat arkadaşların tabii ki siz bizden daha önce AB’ye girersiniz dediği yerleri de içeriyor. Son dört senede, Zielona Gora’ya -Jilona Gora, Grünberg, Yeşiltepe- üç defa gittim. Her gittiğimde, burası nasıl değişmiş diye şaşırıp kalıyorum. Hepsi Avrupa Birliği parasıyla gerçekleşen, tren istasyonu, tren hattı, merkezi park yenilemelerini sadece bu dört senede gözlemledim.

Avrupa Birliği, pek çok kişinin zannettiğinin aksine, birincisi bir tarımsal destek projesi -AB bütçesinin yarısı hâlâ tarımsal desteğe gidiyor- ikincisi de bir altyapı projesi, onun da oranı %10 civarında olmalı. Daha yenilenmemiş tren istasyonlarıyla yeni trenler ve tren istasyonlarını bir kere ziyaret etmeniz bile bu meseleyi anlamanıza yardımcı olabilir.

Bir başka önemli AB desteği de kültür alanında. Prag’ın müzesi, Narodni Museum, Milli Müze, epeyi uzun zamandır gittiğim en güzel müze deneyimini sundu. Bir sonraki fotoğraf, nispeten cüzi bir fiyata girdiğimiz -kişibaşı 8 euro- müzenin ana salonundan.

Narodni Muzeum’da ben.

İyi müze gezmeyi unutmuşum. Çekler, neredeyse sıfır hatayla, quaternary’den günümüze yaşadıkları ülkeyi çok iyi anlatan bir müze kurmuşlar. Müzenin içinde bir zamanlar Çekya’da yaşayan hayvanların fosillerinden, 8. yüzyılda ilk kalelerin nasıl kurulduğuna kadar giden bir anlatı var. Bu sadece bir ülkenin hikayesini de değil, aynı zamanda 20. yüzyılda büyük Çek bestecilerine kadar giden devasa bir anlatı.

Truva müzesinin ne kadar başarısız bir müze olduğunu, sadece bir katın ufacık bir kısmında o da yalan yanlış Truva Savaşı’nın hikayesinin anlatıldığını düşünürseniz, bir milli müzede bütün ülkenin doğal, coğrafi, jeolojik ve toplumsal tarihinin anlatılabilmiş olması, bizi epeyce üzecek büyük bir başarı.

Bir mamut canlandırması ve biz.

Müzenin en etkileyici yanı, kızımla beraber de ziyaret ettiğimiz şeref salonuydu. Çekya’nın 14. yüzyıldan itibaren sonradan Avusturya-Macaristan olarak tanıyacağımız, bir zamanlar da Kutsal Roma İmparatorluğu’nun en önemli parçası olduğunu düşününce çok ihtişamlı bir yerdi. Kızım daha ziyade dans etmeyi tercih ettiği için ve ben de ulusal öneme sahip bir yerde dans edilip edilemeyeceğini bilmediğim için çok da ayrıntılı inceleyemedim.

Şeref salonuna yukarıdan bir bakış. Aşağıda milletin en büyük sanatçıları ve düşünürlerinin büstleri var. Yukarıda tonozlar arasındaysa ülkenin dönüm noktalarını görebilirsiniz.

Müze, iki kısımdan oluşuyor. Bir hayli yoran ilk kısımdan sonra, eski binadan yeni binaya iki binayı yer altından bağlayan tünelden geçiyorsunuz. Bu tünelin içinde 2. Dünya Savaşı’nın en ağır yükünü çeken Çekya’nın tarihi bir kere daha anlatılıyor, özellikle 1800’lerin sonundan savaşın başladığı ana kadar olan kısmı. İşin enteresan yanı, eski kısım yeni yenilenmiş, yeni kısımsa 1970’lerde yapılmış ve uzun süredir giriş katı dışında yenilenmemiş.

Eski müze.

Eski müze, neoklasik değil, bildiğiniz modernist mimariye sahip, altta görebilirsiniz. Fotoğrafını sadece dışarıdan çekmişim. İçeriden sadece kaybolduğum zamanın hatıraları ve devasa koridorlarının 1990’lardaki Türkiye bürokrasisine benzer hisleri kalmış. Tabii, keşke sadece Türkiye böyle parlak modernist eserler sunup da içini sıkıcı tutmakla yetinebilseymiş.

Eski, pardon, yeni, pardon, eski müze.

İçeride, ulaşılması bayağı zor olan en son katında, benim gibi gündelik hayat meraklılarını çok sevindirecek bir 20. yüzyıl sergisi var. 1900’lerin başından itibaren Çekya’da bir ev nasıldı’yı, bizimkilerin bir zamanlar denediği etnografik müzecilik deneyimini canlı görebilirsiniz. 1910’ların orta sınıf evi ve mutfağı, 1960’ların Stalinist rejiminden kaçak kurulan çalışma ve radyo dinleme odalarını, 1980’lerin genç odasını, ve daha bir yığın gündelik hayata dair şeyi bir çoğu bizim varoluşumuza da dokunan bir biçimde görebilirsiniz. Tabii, 1920’lerde bizim evlerimizin aynı kalitede olduğunu zannetmiyorum. Az zamanda çok ama çok yol almış cumhuriyet.

1920’lerin salonu. Evet, sağdaki bir bebek beşiği ama tam ortada parlayan da bir Art Nouveau avize.

Prag Milli Müzesi’nin en güzel yanı, eski binanın en üst katında, bütün şehri kuşbakışı görebildiğiniz teras. Biz ziyaret ettiğimizde çok kişi yoktu, sadece üç dört kişiydik terasta. Zaten bulması da bir hayli zahmetli, asansörün kapısında bekleyen memur da ne işiniz var burada der gibi bakıyordu bize. Ya da, sanki terastan bir şeyler kapıp da götürebilme imkanımız varmış gibi. Bu kadar yukarı çıkana kadar şehrin genel yapısı hakkında bir fikrim yoktu. Daha evvel dediğim gibi şehre bir tepeden baktığım zaman ancak şehrin neye benzediği hakkında bir hissiyatım olabildi. Aşağıdaki fotoğrafta, şehrin en önemli ana arterini görebilirsiniz, nam-ı diğer Venceslas Meydanı.

Sana bir tepeden baktım Prag.

İlginç olan şu, mesela bu meydan bir Bağdat Caddesi, bir Nişantaşı gibi değil. Hemen sağ altta McDonalds’ı görebilirsiniz tabii ki üstteki fotoğrafta, ancak, şehrin en zor yeri benim açımdan, iki kuleyi görebildiğiniz eski şehir oldu. Eski şehrin bu kadar turistik, bu kadar ticarileştiği belki bir diğer örnek de eski İstanbul, tramvay hattı boyunca, Eminönü’nden Aksaray’a çıkan yoldur. Bu nedenle, Prag eski şehirde kalmamıza rağmen, hemen hiç eski şehirden fotoğraf görmemiş olmanız rastlantı değil. Çoğunlukla bilinçli bir tercih.

Eski şehri görmek için, aile üyelerini biraz daha yürütmem gerekiyordu. Benim gibi günde 20bin adım atmadan seyahatin seyahat olduğunu anlamayan birisi için zor bir işti. Zira, eski kaleler, eski saraylar, hep ufacıktır da, ama dimdik merdivenlerin sonunda yer alır. Bir sonraki hedefimiz Prag Kalesiydi. Bir Buda Kalesi değildi elbette, belki hiç görmediğim Viyana onunla aşık atabilirdi ama Çeklerin kültürel hegemonisi bir kere daha bu kalede kendini gösterecekti. Gotik’le Çekya’nın ne işi olur diye soracak gibi oldum. Oysa, Avrupa Gotik’i neredeyse sadece Bohemya icadıydı.

Gotik, Avrupa’nın neredeyse yegâne kültürel üretimi. Bir süredir ben de Wednesday’in Lady Gaga dansını izliyorum, o Gotik’le, bu Gotik arasında çok bir mesafe yok, merak etmeyin. Ve ehlileştirilmiş Gotik bir yığın deneme arasında yeğdir. Zira, geç kapitalizmin artık yaşlanmış çağı böylesi bir Gotik güzellemesini kaldırabilir.

Geçenlerde, televizyonda 1960’lar üzerine My Generation belgeselini izliyordum. Britanya’nın 60’lara sahip çıkmasının en abartılı örneği, çok pardon, Britanya 60’larda sadece ufacık bir dipnottu, Beatles, Beck ve müzik dışında hemen hiç önemi bile yoktu. Şimdi olduğu gibi, Britanya kendini önemli bir şey zannediyor, oysa aksanlı oyuncuları dışında muhtemelen artık -ve o zaman- Türkiye’nin yarısı kadar bile önemli bir ülke değil.

C’est la vie! Çekya’daki birinci günün akşam saatlerinde İngilizce konuşan turistler belirmeye başlıyor. Galiba Amerika’dan da bayağı bir uçak kalkıyor. İki gün sonra anlayacağım, günde yirmi otuz kadar uçak şükran günü tatilini kutlamaya bu insanları taşıyor.

Bu seyahatnamenin galiba ortalarına yaklaşmaya başladık. Şuradan önceki seyahatnamelere de ulaşabilirsiniz:

Discover more from Sinan Tankut Gülhan

Blogdaki Gelişmeleri Takip Etmek için abone olabilirsiniz:

Subscribe now to keep reading and get access to the full archive.

Continue reading/Okumaya devam edeyim..