İki Kurtçuğun Karşısında
2005'te yaptığım Paris gezisinde, şu anda çok da tanık olamayacağınız birkaç sanat olayına tanık olduğumu daha sonra fark etmiştim.
Sigara içmeye yeni başladığım zamanlardı, hemen herşeyin yeni olduğu zamanlar, zamanların en iyisi, zamanların en kötüsü. Paris, hayatımda gördüğüm en devasa ve en acımasızca büyük şehir olabilir. Baron Hausmann boşuna tüm zamanların şehircilik lügatine adını yazdırmamış, canımı acıtırcasına Kuzeybatı Avrupa’nın soğuğunda sokakları adımlarken aklımdan bunlar geçiyor. Hiç insani bir şehir değil burası, benim mahallem şurası mı yoksa burası mı? Ne kadar turistim, kırık Fransızcamla ne kadar da yabancı ve yabaniyim.
Paris, bütün gezdiğim tozduğum şehirler arasında en tanıdık geleni, aynı zamanda en yabancısı. İşte tam şu köşede Godard şu kareyi çekmişti, bu kafede mi otururdu Sartre’la Camus, diye kafamda kırk tane soru. Üç günde her köşesini yürümeyi kafama koymuştum. Yürüyemedim, yürümenin de imkânı yok tabii.
Bu kare, Auguste Comte’un -mesleğin kurucusu da olması hasebiyle- izlerini takip ettiğim yürüyüşün sonunda, Les Deux Magot’da oturamayıp onun karşısında bir kafeye yerleşmem esnasında çekildi.
Daha da tuhafı, işin aslı, gariban bir öğrenci olduğum için meğer Les Deux Magots’nun karşısında bir yere oturmamışım. Nereye oturduğumu da bulamıyorum. Fotoğrafın çekildiği noktada sadece bir iki fotoğrafını çektiğim bir kilise var. Belki 2006’dan sonra değişmiştir ancak sokak da artık farklı.
Saint-German-des-pres olduğunu şimdi tekrar baktığımda öğrendiğim mahallede yürürken hem Barok-Gotik heykellerin üzerinde, hem de yolun dört bir yanında yayılmış enstelasyonlar epeyce ilgimi çekmişti. Les Deux Magot’yu bu satırları yazana kadar iki kurtçuk olarak biliyordum, az önce sağolsun o zamanlar olmayan -fotoğraf karesi 2006 yılından- Google’dan iki Çin figürü demek olduğun öğrendim.
Sokağın biraz ilerisinde hayatının son günlerini geçirdiği otelin önünden yürürken ve Comte’un kaldığı otelin nasıl lanetli bir yer olduğunu hayal ederken, karşı kaldırımda bana baktığını düşündüğüm bir çift gözle, daha doğrusu bir çift neon turuncu çorapla karşı karşıya geldim. Paris’te yirminci asrın sonunda bir peinture, bir artist nasıl olmalı diye sorsaydınız, herhalde bu karaktere benzer derdim. Yeni ütüden çıkmış bir ceket, çok dikkatlice boyna sarılmış bir hırka, güneş gözlükleri, çok kaliteli bir çift kundura ve gözlerimi kör edercesine parlayan bir çift cart renk çorap -belki de pembeydi, zamanın oyunu, neredeyse onbeş sene geçmiş üzerinden.
Deux Magot’da oturmamamın, daha doğrusu oturmaya cüret edemememin birincil sebebi böyle bir karakterin yanında nasıl oturacağım sorusuydu. Şimdilerde geçmişle kıyasladığımda bir hayli cüretkâr bir insan olduğum kanaatine kapılmakla birlikte o zamanlar utangaçlığımın ve çekingenliğimin derecesini kestiremiyorum. Çekinirdim işte böyle pabuçlar ve bu derece parlak çorapların yanında olmayan Fransızcamla kahve istemeye.
Sokakta kahvemi yudumlayıp acaba çektiğim kareler bir şeye benzedi mi diye düşünürken, adamla giderek daha fazla bakıştık; adam bana bakmıyormuş, bana baktığını zannettiğim yer, enstalasyonun olduğu yermiş. Bir otomobil geldi, kafedeki yerinden kalktı ve enstalasyonun orasını burasını çekiştirmeleri için bir grup başka insana bayağı bayağı bir şantiye şefinin şantiye şefliği yaparken azarlayıcı edasıyla emir vermeye başladı.
Adam bozulmuş sanat eserinin tezâhürünü görüyormuş baktığı yerde, belki bende.
Gördüklerini düzelttirmeye başladığında, bütün gün havai bir şaşkınlıkla izlediğim eserlerin bu parlak çoraplı iki kurtçuk sakininin -o zamanlar adının kurtçuktan geldiğine emindim bile- olduğunu fark ettiğimde kameraya sarıldım. Sanırım, kafamdaki stereotip Parizyen sanatçıya benzediği için bir karesini çekmiştim bile ancak emir vermeye başladığında çok daha keyif aldım.
Şimdi, karelere baktığımda, o gördüğüm anın güzelliğini o kadar olmasa bile azıcık, ufacık bir biçimde hissedebiliyorum. Google maps olmasa asla nerede bu fotoğrafları çektiğimi bulamazdım. Şimdi, Google mapsle bile gördüğüm yer sadece bir kilisenin önü. Orası olmaması gerekiyor. Ben oturuyordum, tamam elimde 75-300 vardı. Ama daha güzel bir hikayede olması gerektiği gibi bu fotoğrafları Cafe des Flores’den çekmedim.
Peki, nereden çektim. Ya artık çok yorulmuştum ve en nihayetinde oturup da kaldığım kilisenin önünden çektim. Ve o kadar yorgundum ki, nerede ne yaptığımı bile hatırlamıyorum. Zira, 2008 Google fotoğraflarında bu açının artık bir kafeden çekilmesine imkan yok.
Bence bir ihtimal kalıyor geriye. Arada, bir zamanlar, ufak bir kafe vardı. O ufak kafe kimsenin bilmediği, kimsenin umursamadığı bir kafeydi. Belediyenin ispark’a çalışanlara açtığı, minnacık bir yerdi. Ve ben de kahvemi orada içmiştim. Bu hevese kapılmış olmamın biricik sebebi, Place de Saint Germain-des-Pres tabelası. Üstteki fotoğrafta ufacık görünüyor. Ağaçların arkasında kalmış artık. Bu enstelasyonu yapmış olan turuncu çoraplı adam kadar geride kalmış. 2000’lere yeni diye bakıyorduk o zamanlar, belki de yeni eskinin son zamanlarıydı.
Bir biçimde -Le Monde’u mu okudum, akşam internetten mi baktım, biraz sonra atacağım adımlar sırasında mı karşılaştım- hatırlamıyorum ama adamın adını öğrendim. Büyük Fransız sanat camiasında epeyi büyük bir isimdi. Benim için adı parlak çoraplar olarak kaldı. Sonra da ismini bulamadım. Bütün bu yaşananlar çok sonra olarak kaldı, fevkalade sonra.
Sonra tabii, fotoğrafları tekrar çıkardığım zaman, öğrendiğim ismi hatırlamadığımı farkettim.
Fotoğraflara bir kere daha bakınca, benim süveter diye hatırladığım ve boğazına dolanan şey aslında bir atkıymış. Çok daha etkileyici. Çorabı kareye sığdırmaya çekinmişim. İki cepli bir tweed ceket -böyle mi yazılıyor acaba, bilgim dahilinde değil- hep imrenerek baktığım asla üzerime giymeye cesaret edinemeyeceğim bir şey oldu. Artist olmak, sanatçı olmak, hep sokağın karşısındaki tuhaflık gibi göründü gözüme. İstikamet olarak seçtiğim sosyal bilimlerin de bunu pekiştirici gücünü yadsıyamam elbette. Ancak, hep sokağın karşısında kalmak, oyuna hiç dahil olamamak, eğer ortalıkta bir oyun varsa elbette utangaç ve çekingen yıllarımdan beri -yani çok küçüklüğümden itibaren- kaçınılmaz ve onulmaz bir mükerrer sıkıntıydı. Hep tekrar etti, hep.
Sokağın karşısında gördüğüm çorapları hiç giyemedim. Cart turuncu bir enstelasyonun da yaratıcısı olmayı hayal bile edemezdim herhalde. Her memleket okumuşu gibi, sadece bizim dilimizde olan o meyyus “aydınlanma”ya Frankofoni ve Paris şehri üzerinden giriş yaptığım ve çoğu kişinin aksine çıkışı Amerikanoloji cihetlerinde bulduğumdan ötürü, Paris bir yaradır. Paris bir yara mıdır?
Amerikan ideolojisinin yayıldığı bir zamanda entelektüel ve doksaya dair formasyonunu almış insanların pek de hissedebileceği bir yara değil. Yirminci yüzyılı ondokuzuncu yüzyıldan iki-üç kırıklı geçenlerin anca anlayabileceği bir dert. Cart parlak çoraplarda geçmişi ve geleceği görebilmek, üsluplar arasındaki bu hazin ve pervasız ve heyecanlı geçiş. Sanatın ucuz bir arabayla alüminyum merdivene el kol hareketi yapan -yazlıkçıların sıhhi tesisatçılarla mütemadiyen bitmeyen mücadelesini anımsatır bir biçimde- bir yaratıcının varlığında cisim bulması.
Paris’te aradığım kurtçuklar, yerlerini müflis bir yeniden çalışma olgusuna -oturup Fransıcayı öğrenmeliyim- akademik hayatın hep yakalanması gereken sınırlarına ve takvimlerine bırakırken, bu kare dikiz aynamın çok ama çok gerisinde kalmıştı bile. Benim için isimsiz bir sanatçıyla sessizce karşılaştığım -çoraplar müstesna- çok uzak zamanların bir izi kendini bir imgede yeniden belirgin kılana dek bu kareye geri dönme fırsatım olmayacaktı.
Son not: Bu postanın bir kısmı -hatta epeyi büyük bir kısmı- imgeler’de paylaşılmıştı. İmgeler’in bitmesiyle birlikte buraya taşınan ve yeniden yorumlanan fikirlerin içerisinde yer alıyor bu posta.