Gaziantep’ten Orta Avrupa’ya Seyahat Notları III: Soğuk ve Yağmurlu bir sabahtı

Soğuk ve yağmurlu bir sabahtı. İstanbul, üç gün sürdüğünü öğrendiğim bir Lodos sıcağından kurtulmak için kendini bir kere daha yağmura ve fırtınaya teslim etmişti. Kadıköy kıyılarında deniz köpürüyor, hep yaptığı gibi elleri boş bir biçimde sahili izleyenlere güzel bir gösteri sunmaktan öteye geçemiyordu.

Küçüklüğümde en sevmediğim şeylerden biriydi, erkenden yola çıkmak. Herhalde, hayatımın bir noktasında askeri bir disiplini benimsemenin hayatın bütün bilinmezliklerine karşı en iyi mücadele aracı olduğunu düşünmüş olacağım ki, sabah erken uçak yolculuklarına hep karşı durdum. Cüzdanımın yettiğince.

20’li yaşlarımda, Ankara Esenboğa Havalimanı’nın eski ve otogardan hallice olduğu zamanlarda Amerika seyahatlerim sabahın kör vaktinde başlardı. Daha henüz 20 yıl geçmiş ama sanki 70-80 yıl öncesi gibi geliyor. Esenboğa yolu, Ankara’nın en üzgün, en huzursuz yoluydu o vakitler. Bir başkent ve protokol güzergahından ziyade dünyada eşi benzeri görülmemiş bir gecekondu yığınına eşlik eden çoğunluğu tek şerit gidiş, tek şerit dönüş, kasaba-köy yollarından farksız bir yol.

Havaalanı da öyleydi, iki liralık çayı on liraya içmek dışında hemen hemen bizim mahallenin -ki, mahalle de Ayrancı’ydı- sıradan kahvelerinden hiçbir farkı olmayan bir otogar bozması.

Çay fiyatları pek değişmemiş ama sabahın köründe bir AVM’ye adım atmak insanı şaşırtıyor.

Atlanta Havaalanı’nı görmedim -ABD’nin en büyüğüymüş. JFK’yi bayağı çok görmüş sayılırım, benim için büyük havaalanı JFK’di tabii. İstanbul Havaalanı’nın dış hatlar terminalinin bu canlı halini görünceye kadar.

2000’lerin ortalarında bile eski 3. Dünya’yla ABD’nin farkının hızla kapanmaya başladığını anlayabiliyordunuz. Esenboğa, Atatürk, Sabiha Gökçen açıldığında, LaGuardia, Fort Lauderdale, Miami, JFK -bütün terminalleri- gördüğüm bütün havalimanlarından daha iyiydi. Frankfurt da Atatürk ve Esenboğa’yla aynı zamanlarda açılmıştı ve Esenboğa çok daha iyiydi.

Herhangi bir günde uyanmak benim için zor bir adım, o da yetmezmiş gibi yolculuk anksiyetesinin olduğu günler -hemen bütün uzun yol günleri- benim için daha da zor geçiyor. Bekleme sürecine dayanamıyorum. Kızıma anlatamıyorum -zira, onun için zor geçiyor- ama havaalanında bekleme süresi bulunmayan otomobil seyahatleri benim en sevdiğim seyahatler. Üstüne bir de o sınırsızlık hissi, o dünya karşısında çok küçük kalmışlık, o kaybolmuşluk arzusu da eklenince -ki, çok dikkatliyimdir kaybolmamak hususunda- otomobil yolculukları benim için büyük bir keyif. Keyfi bozan iki şey var otomobil yolculuklarında, birincisinde kötü seçilmiş bir müzik listesi, ikincisi herşeyin birbirinin aynı olduğu otobanlar, ha, pardon, üçüncüsü de tabii sadece migren sahiplerinin anlayabileceği, piyangodan çıkan migren atakları. Üçüncüsü, kontağı kapatıp, sağa çekmek ve 10 saat uyumak anlamına geliyor. Neyse ki pek sık tekrarlanmıyor.

Otomobilleri, benzin istasyonlarını, kuş uçmaz kervan geçmez durakları sevdiğim kadar sevmiyorum havaalanlarını. Neticede, Orhan Pamuk’un Yeni Hayat’ı ilk vurulduğum kitaplardandı ve 13-14 yaşlarında bile şehirlerarası otobüs seyahatine dahil olmuş yeterince otomobil yolculuğu hikayem vardı. Ne diyordu Orhan Pamuk, bir vakitler hayli örselenmiş o alıntıdan bahsetmiyorum, onu her yerde bulursunuz:

Soğuk kış gecelerinin birinde, her gün bir-ikisine bindiğim otobüslerden birinin içinde, nereden geldiğimi bilmeden, nerede olduğumu bilmeden, nereye gittiğimi bilmeden, ne kadar hızla, fark etmeden gidiyordum, günlerdir gidiyordum, ey melek. İç ışıkları çoktan sönmüş, gürültücü ve yorgun otobüsün sağ arkalarında bir yerde, uykuyla uyanıklık arasında, uykudan çok rüyalara, rüyalardan çok dışarıdaki kapkaranlığın hayaletlerine yakındım. Göz kapaklarımın yarı aralığından, otobüsümüzün tek gözü şaşı uzak lambalarının aydınlattığı hiç bitmeyen bir bozkırdaki cılız bir ağacı, üzerine bir kolonya ilanı yazılmış bir kayayı, elektrik direklerini, tek tük geçen kamyonların tehditkâr lambalarını ve şoför yerinin üstündeki videoya bağlı televizyonun ekranında oynayan filmi görüyordum.

Orhan Pamuk, Yeni Hayat, İletişim Yayınları, Aralık 1994, 38. Baskı, sf. 49

Bu otobüs hikayelerinin hepsi gerçek, bir çoğunu kendi gözlerimle gördüm, elektrik direklerini, kolonya ilanlarını, televizyonda oynayan o beter filmleri. Bugün, otobüsler hemen hemen öldü. Havalimanları yerini aldı otogarların. Büyük kapılar, nazik güvenlik görevlileri, iki ya da üç arama. Uçak yolculuğunun otobüs yolculuğundan büyük farkı şurada, uçakta -eğer Amerika’ya uçmuyorsanız, ya da Japonya’ya- seyahatinizin pek ama pek azı gerçekten uçakta geçiyor. İki saat önce havaalanındasınız, çıkışta bir saat daha havaalanındasınız, Londra’ya uçsanız bile 2,5-3 saat sürüyor uçakta vaktiniz. Havaalanının o bedbaht yalnızlığı sizi kuşatacak. O sahte Irish Pub’lar, size yakın görünen lokantalar.

Belki yegâne istisnası havaalanlarındaki gerçekliğin sigara içme alanları. Orada da havaalanı emekçilerini görebilirsiniz, sigara içmeye kaçan insanların çilesini.

Havaalanları sevilecek yerler değil, 11 Eylül’den beri, o güvenlik koşturmacası başladığından bu yana, tahammül edilecek bir yanı da yok. O devasa ışık oyunları, duty-free alışveriş telaşı olmasa, dünyanın en büyük yapılarından birinin içinde olduğunuzu ve işte belki o zaman doğanın otomobil ve otobüs seyahatlerinde sizi ezdiği kadar ufaraklaştığınızı anlamasanız, enteresan bir yanı yok. İstanbul Havaalanı’nı bundan önce bir iki defa görmüştüm, bu kadar kalabalık, bu kadar canlı ve bu kadar hareketli değildi – ikisi de Covid kapatılmasının açılışı ve kapanışındaydı.

Uçağın kalkış anı ve yere teması dışında benim için kötü bir kulaklıkla müzik dinlemeye benziyor. Boşuna bütün Avengers serisini ve bu yolculukta da Top Gun’ı uçakta izlemedim. Gürültünün üssel artışı demek uçuş. İndiğimde, o yorgunluk da bir yerlerime siniyor.

Yorgunluktan gülümseyememişim bile.

Bayağı titiz ve disiplinli bir insan olduğumdan daha evvel bahsetmiştim. Havaalanından çıkar çıkmaz ilk yaptığım şey bir sigara yakmaktır elbette, ama o anda bile hangi otobüs şehir merkezine gidecek, ne kadar sürecek, şimdi kaçırırsak ne kadar daha bekleriz sorularını hep kafamdan düşünürüm. Prag’a giderken, şehrin tam merkezinde bir yer tutmak gibi sonradan epeyi faydasını göreceğimiz bir iş yaparken, check-in saatinin 3’te olmasını atlamak gibi bir hataya da düşmüştüm. En mantıklısı, çek-çek carry-on bavulları tren istasyonunda kilitlemek, sonra da ufak ufak şehri gezmek ve en nihayetinde bavulları tekrar alıp kalacağımız yere gitmek gibi görünüyordu.

Öyle değilmiş. Artık Orta Avrupa’nın ve Bohemya’nın başkentine geldiğimize göre -Budapeşte alınmasın- biraz daha yavaş ilerleyebiliriz, bu anlattıklarımdan daha yavaş ilerlemek mümkünmüş gibi.

Discover more from Sinan Tankut Gülhan

Blogdaki Gelişmeleri Takip Etmek için abone olabilirsiniz:

Subscribe now to keep reading and get access to the full archive.

Continue reading/Okumaya devam edeyim..