Cebeci'den Kızılay'a Yürümek
Cebeci’den Kızılay’a yürürken, şehrin kuzey-güney ve doğu-batı eksenleri arasında salınarak belleğin, gündelik hayatın ve mekânsal duyumsamanın izini sürüyorum.

Ben daha yakın tarihlerden bir yazı zannediyordum. Can Öktemer, 2017’de yazmış Cebeci’den Kızılay’a Yürümek yazısını, flanör ekiyle. Ben de birkaç defa Ankara Üniversitesi’ne, orada olan arkadaşlarımı ziyarete gitmekle beraber, Cebeci rotasını çok geç adımlayan Ankaralılardan sayılırım. Ayrancı çocuğuydum: Ayrancı’da doğdum, orada büyüdüm. İlk gençliğim, doktoraya başladığım 22 yaşında ABD’ye gidene kadar Ayrancı’da geçti. Ayrancı’dan Oran’a, Ayrancı’dan Sıhhıye’ye, Ayrancı’dan Balgat’a, Ayrancı’dan İncesu’ya, Ayrancı’dan Türközü’ne… bütün adımlama rotalarını kaydetmişimdir.
Esat’la Cebeci hep bana uzaktı. Uzun yıllar, Kızılay’ın ötesinde bir yer olduğunu düşünmedim; Kızılay’ın batısını da doğusunu da adımlamamışım. Her güzergâh, kuzey-güney aksında gitmiş. Şimdi düşününce, şehri kuzey-güney aksında yaşamakla doğu-batı aksında yaşamanın, tam aksi iki gündelik hayat deneyimleme biçimi olduğunu fark edebiliyorum. Ancak şimdi.
ODTÜ’ye başladığımın ikinci senesinde, Ayrancı-ODTÜ dolmuşlarının durağının hemen arkasında oturuyorduk. Şimdi nasıl yoksa, o zamanlar da hiç yoktu bu dolmuşlar. Dönüşte, son çıkışlarında, o da saat beşte okuldan ayrılmaya gönlünüz dayanırsa — zira ODTÜ kampüsü bir hareketli şenlikti — yakalardınız; yoksa ODTÜ-Ayrancı diye bir hat hiç olmadı.

Son yedi senedir, hayatıma Cebeci rotası girdi. Önceleri “Kızılay’ın bir uzantısı, ne olacak ki?” diye düşünürken, yürüdükçe çok da keyifli olduğunu; Bülbülderesi’nden aşağı salınırken Kavaklıdere’nin neresinden çıkacağımı tahmin etmeye çalışırken ya da “Vay be, bir anda kendimi Ulus’un tam ortasında nasıl da buldum!” diye düşünüp, kalenin o devasa silüetine karşı güneşin ilk ışıklarında Ankara’nın bir türlü içi ısıtmayan ama gözünüze gözünüze parlayan sabah kıvılcımlarına maruz kalmışken “Ne güzel yermiş bu Cebeci!” derken çok yakaladım kendimi.
Hatta geçtiğimiz sene, kovid geçecek gibi olmuş, faizler inmiş, herkes her şeyin bir kere daha iyi gideceği zannına kapılmışken Cebeci’de ufak bir ev edinme merakına da gark olmuştum. Derken, çocuğun okulu, parkı, otoparkı, büyüdüğünde nereye çıkacak derdiyle, bir anda gençliğimin baharında ve Cebeci’nin kaldırımlarını arşınlayabilecek bir “sathı müdafaa” çağında değil de orta yaşlarda, ortadaki sınıfların kazanımlarına, kazanın kaşığıma el verdiği müddetçe destek vermem gereken bir zamanda olduğumu fark ediverdim. Bunun gündelik dildeki karşılığı: “İki artı bir iyi, ama nasıl sığacaksın ki?”dir.

Gündelik dilimiz, sırtımızdaki soğuk hissimiz.
Meğer gündelik dil haklıymış. Kızımı en ufaklığından beri Cebeci sokaklarında gezdiririm. İki park vardır: biri Cebeci Camii’nin hemen altındaki Cebeci Parkı — kaldı ki oraya park demekten ziyade apartmanlar arasındaki açıklık demek daha doğrudur — diğeri de Kurtuluş Parkı tabii ki.
Kurtuluş Parkı da ortaokul-lise yıllarımdan beri sevemediğim, belki de Gençlik Parkı’yla kafamda eşlenik, Ankara’nın yegâne yerlerinden biridir. Lise yıllarımda, birkaç defa Kızılay ve Bahçelievler’deki stüdyolara gittikten sonra, sanırım ayda bir gittiğimiz ve adını Stüdyo Klasik diye hatırladığım, genç çocuklar için rock müzik deneme stüdyosu diyebileceğim yer de, şimdi hâlâ ayaktaki benzin istasyonunun — ayakta kalan iki şehiriçi benzin istasyonundan birisidir — yanında, Kurtuluş Parkı’nın hemen karşısında, şimdi noterin ilerisindeki tercümanın bodrumundaydı. En azından o kadar acemi çalgıcıları kabul ettikleri ve bunu Pazar öğleden sonraları gibi müsait bir saatte yaptıkları için onlara müteşekkir olmalıydık. Ancak benim için Kurtuluş Parkı hep o bodrumun kapalı, karanlık, iç sıkıcı ve Kızılay’a yürümesi iple çekilen atmosferini hatırlatmıştı.
Yıllar sonra, kızımla Kurtuluş Parkı’na gittiğimizde de o kırık dökük, kasvetli hava varlığını sürdürmekteydi. Kırık olmayan bir park oyuncağı bulmak şanstı. Sanki 1990’larda bıraktığım hâline hiç dokunulmadan kalakalmıştı park.
Bu nedenle de, Cebeci’den Kızılay’a yürüyüş benim açımdan günün halet-i ruhiyesine göre üç ayrı parçadan oluşur.
Birincisi: Dikimevi’yle Kurtuluş kavşağına kadar olan, neşeli, dükkanlı, hareketli, cıvıl cıvıl, eğlenceli, keyifli kısım. Bu kısımda onlarca defa yürüsem bile hep ilgimi çeken yeni bir şeyler görebiliyorum: Torku’nun yeni dükkanındaki indirimler, Carrefour’a yeni gelen şeyler, üstesinden gelemeyeceğim bir cazibeyle beni kendine çeken Ankara’nın en iyi dondurmacılarından Lipa’nın meyveli, rengârenk dondurmaları; bir lıracıların yepisyeni trinketleri; kahvecilerin kalabalığı; kahvecilerin o şaşkınlaştırıcı gürültüsünün hemen ardında, iki adım atmaya üşenmeyip de erişilen demiryolunun ürkütücü büyüklüğü.
Cankatan’ın her zaman enfes tostları, hep aynı tazelikteki portakal suyundan bahsetmiyorum bile — diyecektim; ancak Cankatan’dan bahsetmeden geçmek olmaz. Cebeci’den Kızılay’a yürüyüşün zayıf karnı, tam da o karnı ilgilendiren yeri: mutfak. Cankatan, Kebap 9, Lipa ve Figen Pastanesi dışında, öğrenci nüfusunun çok olduğu her yerde — o bir zamanlar efsanesi esnaf lokantalarının öğrenci lokantalarına hızla dönüşüp, oradan da yok oldukları 1990’ların sonu ve 2000’lerin ortalarını saymazsak — iyi yemek artık o kadar az ki.

Üç öğün yemek beş liraların bile kendine has bir tadı ve ustalığı olduğu zamanlardan… O paramparça edilmiş cacığın tadı, o bulamaç tavuklu pilavla, köyden gelen salçanın kıpkırmızı ettiği kuru fasulyenin yerini; bundan on sene kadar önce Metro’dan alınan üçüncü sınıf yağ, salatalıkla ilgisi olmayan salatalık ve azıcık domates sosuna bulanmış, parmakla sayılan kuru fasulye aldığından beri öğrenciliğin eski tadı da kalmadı, sanırım.
Bir de tabii, Ankara’da dolmuşa binmekten hiç hazzetmediğim için — İstanbul’un tam aksine, en uzun yolculuğu sağlayan dolmuşlardansa her zaman Ankaray’a güvenmişimdir — Dikimevi’yle Fakülte arasındaki durağı çok ama çok daha fazla yürümüş olabilirim. Bu nedenle kendimi daha iyi hissettiğim bölge hep bu ilk etap oldu.
İkinci kısım ise Kurtuluş kavşağından Kolej kavşağına kadar olan, benim “karanlık kısım” dediğim kısım. Ara sokaklardan gitmiyorsanız, Siyasal’ın yanında, yakınlarda yıkılmış olan eski sinemadan başka bakmaya değer bir yapının olmadığı; noterden Kolej’in köşesindeki o çirkin otele kadar giden, arada iki dükkanın — biri o eski ayakkabıcı, diğeri de açıldığı günden beri sevdiğim Özbek Asya yemeklerinin yapıldığı lokantanın — hatrına katlanılan kanat. Bu karanlık alanın zaten Kurtuluş Parkı cihedinden ben bile geçmeye çekiniyorum hava karardıktan sonra. Zoraki yürüdüğüm hattının yaz mevsimindeki güzelliği ise serinliğidir.
Bir de belki, nedense aşağıdaki (fakülteye daha yakın) Çağdaş’tansa, bu etaptaki Çağdaş daha sevimli gelmiştir bana hep. Belki daha sakin olduğundan, belki daha geniş olduğundandır; ahşap kaplamalarıyla oradan alışveriş yapmak, daha uzak olsa da, daha iyidir.

Kolej’den sonra üçüncü ve son etap başlar. Janssen’in yanlış şehir planının belası, yaz akşamları orada ensesini yakar insanın; “Burada nasıl da bir yokuş varmış, hiç de göze çarpmıyordu” der; Kolej’in eskiden caddeye açık olup da hep önünde kurs ve ders kalabalığı olduğunu hatırlar, sonra da şimdi camekânlarla kapatılmış cephesine şaşırır; hâlâ var olan beş liralık tavuk dönercilere ağzı açık kalır; Kolej’in meşhur fotoğrafçısına bakıp da “İyi ki liseden mezun olurken böyle bir fotoğraf çektirmemişim” diye sevinir; “Öfff, daha gelmedik mi Kızılay’a?” diye düşünür.
Çünkü, Mithatpaşa Köprüsü’ne kadar Kızılay bir türlü başlamak bilmez. Şehirciliğin yüz karası Mithatpaşa Köprüsü, Kızılay’ın o dinmek bilmeyen damarlarını keser, caddeler boyunca, sokaklar arasından yayılmasını engeller. Ayakkabı mağazalarının, her sene ismi ve tabelası değişen toner-printer-PC tamir dükkanlarının arasından geçerken insan, “Ya hiç olmazsa iyi bir bir lıracı olsaydı da, yeni gelmiş havalandırmalı küllüklere, kenarına dokunduğunda kendiliğinden aydınlanan çöp kovası ve mutfak lambası ikililerine baksaydım,” diye iç geçirir. Aradığım bir şey vardı, aradığım bir şey vardı… ve Türkiye’de sadece 2000’li yılların başından beri aradığım şeyleri bu bir lıracılarda bulmam benim kabahatim değildir herhalde. Ne var ki o bir liraya bulduğum her şey de bir ayda bozuluverir.

Cebeci, bugün bana çocukluğumun Ayrancı’sını, soylulaştırılmadan, mutenalaştırılmadan önceki Ayrancı’yı hatırlatıyor sanırım. Bu nedenle pek de Cebeci’den Kızılay’a yürüyesim kalmadı. Cebeci’nin sokaklarını arşınlamak galiba daha çok hoşuma gidiyor. Arşınladığım sokaklardan da başka bir zaman bahsederim.
Sonra, Kızılay’a varırız. Bambaşka bir hayaller bütününü anlamakla eşdeğerdir Kızılay. Başka bir yazının konusu… Bir kısmını şurada anlatmıştım: SSK’nın Ölümü.