Yeni Kent Sosyolojisinin Yükselişi ve Çöküşü

Bu videoda Sinan Tankut Gülhan kitabını tanıtarak şehirlerin görünen "büyüsü"nün altındaki gizli ideolojik ve ekonomi-politiğini araştırıyor. Konuşmacı, 1968'den ilham alarak geleneksel kent teorilerini eleştiriyor ve yeni kent sosyolojisinin temel ilkelerini sunuyor.

Yeni Kent Sosyolojisinin Yükselişi ve Çöküşü
İstanbul'da E-5 kenarında katmanlanan inşa denemeleri ve kitap kapağı.

Yeni Kent Sosyolojisinin Yükselişi ve Çöküşü

Aşağıdaki metin, "Yeni Kent Sosyolojisinin Yükselişi ve Çöküşü" başlıklı YouTube videosunun düzenlenmiş transkripsiyonudur.

Hepinize merhaba ve YouTube kanalıma hoş geldiniz. Bunu söyleyeceğimi hiç beklemezdim ama buradayım! Kendimi kısaca tanıtacak olursam, 2003 Ocak ayında ODTÜ Sosyoloji Bölümü'nden lisans derecemi aldıktan sonra, 2014 yılına kadar Amerika Birleşik Devletleri'nin New York Eyalet Üniversitesi Binghamton kampüsünden sosyoloji doktoramı aldım. 2009 yılından 2023'e kadar Türkiye'de bir dizi özel ve kamu üniversitesinde ders verdim. 2023'ten beri son iki yıldır Polonya'nın Zielona Góra Üniversitesi'ndeyim.

Bugün sizlere uzun yıllardır üzerinde çalıştığım, kendi entelektüel rotamı tanımladığı için benim için çok değer taşıyan kitabım "Yeni Kent Sosyolojisinin Yükselişi ve Çöküşü"nü anlatmak için buradayım. Bu kitap bir ders kitabı değil; daha ziyade bir sorunu anlamaya, bir sorunu ortaya koymaya dair kuramsal yönleri de olan, fakat elimden geldiği kadarıyla daha gündelik hayata yakın bir dille, özellikle kuramın açıklamasını yapmaya çalıştığım bir eser.

Kitabın güzergahını büyük şairlerimiz Edip Cansever'den Turgut Uyar'ın dizeleri üzerinden kurduğumu söyleyebilirim. Kitap, Edip Cansever'in "Dökümcü Niko ve Arkadaşları"ndan bir alıntıyla açılıyor: "İnsanlar tanımlıyorum ben. Ölçüm o insanların iyiliklerinden. Şehirler tanımlıyorum ben. Ölçüm o şehirlerin büyülerinden." Ve daha sonra Turgut Uyar'ın dizeleriyle sona erecek.

Şehirlerin Gizemi ve Gizli Katmanları

Başlangıç olarak, hem bu videoda hem de kitapta şehirlerin bu büyüsünün altında yatanlara bakmaya çalışacağız. O büyüyü oluşturan, çoğu zaman fark etmediğimiz ideolojik ve ekonomik-politik katmanları açımlamaya, deşifre etmeye gayret edeceğiz. Kentler sadece binalardan, yollardan, betonarme peyzajından, asfaltın biteviye sürekliliğinden, trafikten, motorlu taşıtların gürültüsünden ibaret değil. Kentler, içinde yaşadığımız, mücadele ettiğimiz, hayal kurduğumuz, anlamlar oluşturduğumuz, o anlamların yerine yenilerini koyduğumuz ve bazen de Türkiye'de artık maalesef fazlasıyla yoğun bir biçimde krizlerle boğuştuğumuz toplumsal varlıklardır.

Bu video, bu kitabın ruhunu, temel derdini ve düşünsel güzergahını açıklamaya çalıştığım bir sohbet olacak. Hazırsanız başlayalım.

1968 Dünya Devrimi ve Sosyolojinin Krizi

Kitabın başlangıç anı bir kırılma noktası: 1968 Dünya Devrimi. 1968'de dünya sadece siyasi olarak değil, aynı zamanda düşünsel olarak da sarsılıyordu. Paris'ten Chicago'ya metropoller alevler içindeydi. Ardı ardına gelen kentsel isyanlar, sosyal bilimlerin ve bilhassa sosyolojinin bir tıkanma noktasına geldiğini ve krizleri açıklamakta yetersiz kaldığını ortaya koyuyordu.

O zamana kadar kentleri ve kentsel toplumsal vakaları açıklamakta iki temel güzergah vardı: Bir tanesi Amerika Birleşik Devletleri'nde 1900'lerin başında kurulan Chicago Üniversitesi'nin Chicago Okulu. Ki dünyada ilk sosyoloji lisans derecesini veren bölümdür. Bir diğeri ise hem Britanya'da var olan hem de Amerika Birleşik Devletleri'nde var olan, daha nitel diyebileceğimiz, içinde etnografik ve kısmen de antropolojik ağırlıklar taşıyan bir okuldu. Burada daha büyük öneme sahip olan Chicago Okulu'ydu.

Chicago Okulu, kentleri bir tür ekolojik dengeye sahip, uyum arayan organizmalar olarak tanımlayan klasik kent sosyolojisinin kurucusudur. Ve Chicago Okulu'nun birincil tanımı, kentlerin tıpkı biyoloji laboratuvarları gibi yaşayan laboratuvarlar olduğu yönündedir. Oysa '68 bize kentlerin bir laboratuvarın çok daha ötesinde, içinde iktidar, çatışma, devlet, sermaye ve emeğin bulunduğu çok daha zengin, çok daha hareketli ve çok daha hararetli bir mekansal anlamlar bütünü olduğunu gösterdi.

Bir diğer Amerika Birleşik Devletleri'nde gene ortaya çıkmış olan, bizim yapısal işlevselcilik dediğimiz Talcott Parsons'ın kurmuş olduğu akımsa, kentlerin ve kentsel toplumsal yapıların kendi içinde denge arayışında olduğunu savunur. Ama bu denge ekolojik bir denge değildir; bir nevi kantitatif bir denge esasında temel dolayımı ekonomidir, iktisadi birimler vasıtasıyladır. Kentler bu yaklaşıma göre de yapısal bir bütünlük teşkil eder ve bu yapısal bütünlüğün sürmesini sağlayan stabilizasyon arayışıdır.

Ancak kentler bu stabilizasyona sahip değil. Kentler suni bir denge içinde var olan bütünsel organizmalar değil. Eğer öyle olsaydı, Martin Luther King Junior suikastinden sonra Amerika Birleşik Devletleri'nin hatırı sayılır anlamda siyah nüfusu bulunan bütün şehirleri; Fransa'da Paris'in banliyösü Nanterre Üniversitesi isyanından sonra önce Paris, sonra Avrupa'nın belli başlı şehirleri; ve İstanbul'da 2013 yılında Gezi Parkı'nda yakılan eylemci çadırlarından sonra bütün Türkiye kentleri ayaklanmazdı.

Ana Akım Sosyolojinin İhmali ve Yeni Yaklaşımlar

Ana akım sosyoloji, genel geçer biçimde şehirlerin bu yönünü ya ciddi bir şekilde ihmal etmişti 1960'lara kadar ya da bu sorumluluğu daha ziyade polisiye tedbirlerle algılamak biçiminde görmeyi tercih etmişti. Oysa '68'de çok kritik, çok belirgin bir dizi olay yaşandı.

Evet, bir tanesi Mayıs '68 Paris'te de Gaulle'ün iktidardan çekilmesi ve seçimleri ilan etmesiyle başlayan süreçti. Bir diğeri gene '68'de Amerika Birleşik Devletleri başkanlık seçimine giderken Lyndon Johnson'ın tekrar aday olmayacağını açıklaması ve 1968'de Demokrat Parti Ulusal Kongresi'nin Chicago'da yapılması. Chicago'da Demokrat Parti'yi daha ilerici, daha eşitlikçi, daha özgürlükçü bir yere çekmeye çalışan gençlik hareketlerinin çok ciddi protesto gösterilerine imza atması. Ancak bunun Chicago Belediye Başkanı Richard Daley tarafından engellenmesi. Ondan iki sene sonra, Nixon'ın seçiminden sonra, 1970 yılında Vietnam Savaşı'nı protesto eden öğrencilere Ohio'daki Kent State Üniversitesi'nde Amerikan Ulusal Muhafızları'nın ateş açması ve bu nedenle dört öğrenciyi öldürmesi ve dokuz öğrenciyi yaralamasıyla bu kriz hissi bir tepe noktasına ulaştı.

Kentler kaynıyordu. Sosyal bilimlerin şehirler hakkında söyleyebileceği hemen hemen yegane şey, şehirlerin arz-talep dengesine bağlı mekânsal boşluğun üzerine kurulmuş bir iktisadi ünite olduğuydu. İşte bu boşlukta adına Yeni Kent Sosyolojisi dediğimiz paradigma doğuyor. Bu yeni yaklaşım, kenti anlamak için Marksist teorinin, bilhassa neomarksist teorinin araçlarına başvurdu. Kente artık doğal bir varlık olarak değil, kapitalist üretim süreçlerinin bir ürünü ve kapitalist üretim süreçlerinin, sanayi üretiminin kendisini de üreten bir mücadele alanı olarak bakıyordu.

Yeni Kent Sosyolojisinin İlkeleri

İlke 1: Kent İdeolojisi

Bu ekolün kurucu figürlerinden birisi, belki en önemlisi Manuel Castells'ti. Castells şu meşhur soruyu sordu: "Kent sosyolojisi diye bir şey var mı?" Ne demek bu? Yani kent sosyolojisinin kendine ait bilimsel bir nesnesi var mı? Kent sosyolojisi bir retorik olmanın ötesinde bir şey mi? Bir ideolojik laf kalabalığı mı? İşte kitabımda Castells'in bu yıkıcı sorusuyla başlayan, aslında yeni bir alanı reddiyeyle nasıl inşa ettiğini detaylıca inceliyorum.

Castells, kentlerde ideolojiyi görerek başladı. "Kent ideolojisi" adını verdiği, hem kendisinin hem de Louis Althusser'in kent ideolojisi olarak tanımladığı şeyle başladı. Kenti ideolojinin ötesinde kavramamız gerekmektedir. Ben buna Edip Cansever'den ilhamla "kentlerin büyüsü" diyorum. İdeoloji bir büyü müdür? Bir mistifikasyon olduğu sürece evet, ideoloji bir büyüdür.

Peki kent ideolojisinin ötesine geçtiğimiz zaman, bu yeni kent sosyolojisi paradigmasını nasıl açıklayabiliriz? Az önce bahsettiğim üzere kentsel ideoloji, gördüğümüzü zannettiğimiz şeydir. Nasıl ki her gördüğümüz şey doğru değilse, bir kısmı illüzyondan ibaret olabilirse, kente dair verili kabul ettiğimiz bir yeni şey de aslında doğru değil.

Castells ve Althusser'in etkilediği Yeni Kent Sosyolojisi şunu söyledi: Kente dair söylediğimiz çoğu şey kentin kendisiyle ilgili değil. Bunlar gerçeği gizleyen, gerçeği saptıran, bir perde kuran, gerçeklikle aramızda bir perde kuran ideolojik söylem unsurlarıdır. Kitabın içerisinde uzun uzadıya, bilhassa Althusser'in ideoloji, devletin ideolojisi, ideolojik aygıtları kavramını nasıl kurduğunu izah ediyorum. Ve bunu temelde Marx'ın ve ana akım ideoloji kavramlarıyla nasıl ayrıştığına da değinmeye çalışıyorum.

Bunu kente getirdiğimizde, bilhassa Türkiye'ye getirdiğimizde şunu görebiliriz: Bizim kenti tanıdığımız, gündelik dilin içerisinde kurduğumuz temel söylem nedir? Kentlileşmek. Kentlileşme vasfımız yok. Şunu çok iyi biliyoruz Türkiye'de: Kentleşmek, yukarıda çok daha yeğlenebilir, çok daha belki ilerici, belki modern, belki gelişmişlik göstergesidir. Karşısında ne yer alır? Köylülük yer alır. Şehirlerimizin sorunlarından bahsederken neden konuşmayı severiz? Çarpık kentleşmeden... Sanki tek bir kentleşme, sanki olması gereken tek çeşit bir kent varmış gibi. Bunlar nesnel gerçekliklerin yorumlanmasıdır. Bu kavramlar; kentleşme, köylülük, alttaki sınıfsal hareketleri, sermaye birikim süreçlerini, sermaye-emek ilişkilerini ve en önemlisi de belki devletin rolünü görünmez kılan birer perdedir. İşte kitabın bu perdenin arkasına bakmayı deneyen Yeni Kent Sosyolojisi'nin bunu nasıl yaptığını anlatmaya hedefliyor. Kentsel olanın kendisi bir ideolojidir ve bilimin görevi ideolojinin ötesine geçmek, ideolojiyi parçalarına ayırmaktır.

İlke 2: Kolektif Tüketim

İkinci ilkemiz, kitabın içerisinde, yeni kent sosyolojisinin birinci ilkesi dediğim gibi kentsel ideoloji ile başlıyor. İkinci ilkemiz ise, Yeni Kent Sosyolojisi'nde özellikle Castells kanadının en büyük katkısı olan ilke: kolektif tüketimdir. Kolektif tüketimi şöyle anlayabiliriz: Devlet niçin park yapar?

Kolektif tüketim dediğimiz şey, bu ekolün, Yeni Kent Sosyolojisi'nin en somut, en elle tutulabilir katkısıdır. Bazı varyasyonları, bazı farkları var. Fakat Manuel Castells'in en büyük etkisi, "eğer ideolojik olmayacaksa kenti bilimsel olarak çalışmanın nesnesi, kentin kolektif tüketimin mekanı olması meselesidir" der.

Bunu nasıl açıklayabiliriz? Şunu biliyoruz: Kapitalist sistemin içerisinde, kapitalist üretim biçiminin içerisinde, kapitalist üretim biçimine tabi toplumsal biçimlerin içerisinde her şey kar için üretilmiştir. Peki bu, bizim için özellikle son yirmi senede Türkiye için daha anlamlı. Karlı olmayan şeyleri –okulları, hastaneleri, yolları, parkları– kim yapacak? Buna barınma ihtiyacını da ekleyebiliriz. Çok yakın zamanlara kadar, az önce bahsettiğim neoliberal dönüşüme kadar, 1980'lerin başına kadar bilhassa Batı'da barınma, konut –bizim Türkiye'de son yirmi senede tanık olduğumuz finansallaşmanın aksine– temel haklardan birisi olarak görülüyordu ve bunun da sorumlusu, daha doğrusu bu temel hakkı karşılaması gereken de devletti.

Castells'in devletin bu kolektif tüketimdeki rolüne karşı verdiği cevap şu: Sermaye iş gücünün yeniden üretimine ihtiyaç duyar. İşçilerin isteyeceği kolektif tüketim mallarını, işçilerin sağlıklı olmasını, eğitimli olmasını ama yeter düzeyde eğitimli –yani çok eğitimli de değil, az eğitimli de değil, işini yapabilecek, emek süreçlerinde görev alabilecek kadar eğitimli olmasını– sağlayacak bir mekanizmaya ihtiyaç var. İşte devlet, sermayenin doğrudan yapmak istemeyeceği kolektif tüketim mallarının üretimine, kolektif tüketim hizmetlerinin sağlanmasını organize ederek sistemin yeniden üretimini, sistemin devamlılığını sağlar. Kent, devletin bu hizmetleri sunduğu, organize ettiği, sürdürdüğü ve bu süreç üzerinden sınıf mücadelelerini yönettiği bir alandır. Castells'e ilave olarak Lojkine, Poulantzas gibi düşünürlerin devlet teorileri bu noktada bizim için birer anahtar işlevi taşır.

İlke 3: Mekânsal Çözüm (Spatial Fix)

Kolektif tüketimden sonra üçüncü ve en önemli, kitabın ağırlık noktasını oluşturan ilke ise David Harvey'in geliştirdiği "mekânsal çözüm" (Spatial Fix) kavramıdır. Harvey'in 1970'ler ve 80'lerin başında ve hala yazıp çizip üzerinde durduğu mesele, kapitalizmin doğası gereği periyodik olarak aşırı birikim krizlerine, yani karlı yatırım alanı tıkanan, edindiği artı değeri yeniden artı değer üretmeye kanalize edemeyen sermayenin bir duraklamasıdır bu aşırı birikim krizi.

Kapitalizm doğası gereği en başından itibaren sürekli biriktirmek üzerine, neredeyse sınırsız birikim fikri üzerine kurulduğu için, birikim mekanizmaları, birikim kanalları tıkandığı anda, ardı ardına gelen kilitlenme diyebileceğimiz ya da bir zincirleme trafik kazası gibi düşünebilirsiniz. Devasa bir trafik aslında kapitalizmin oluşturduğu sermaye döngüleri.

Sermaye bu krizden kaçış mekanizmasını mekana, yani yapılı çevreye, yani otoyollara, havalimanlarına, barajlara, konut projelerine, AVM'lere, tüketime dönüştürülebilecek herhangi bir şeye yatırılmak suretiyle bir krizden kaçış mekanizması ortaya çıkartır. Bu yatırım yalnızca atıl sermayeyi emmekle kalmaz. Aynı zamanda Harvey'in popülerleştirdiği, Schumpeter'den bildiğimiz "yaratıcı yıkım" süreciyle yeni pazarlar ortaya çıkartır ve gelecekteki birikim için zemin hazırlar. Fakat unutmamamız gereken şey şu: Bu çözüm her zaman geçicidir. Mekânsal çözüm, krizi sadece başka bir coğrafyaya, örneğin Amerika Birleşik Devletleri'nden Avrupa'ya, küresel kuzeyden küresel güneye ya da ileri bir tarihe, yani gelecek nesillerin borçlandırılmasına öteler. Kriz bağımlılığını ortadan kaldırmaz.

Kolektif tüketimle mekânsal çözüm aslında birbiriyle diyalektik ilişki içindedir ve zaten mekânsal çözümün 80'lerden sonra bu kadar güçlenmesi, neoliberalizmin kolektif tüketim olanaklarını, kolektif tüketim sahalarını ortadan kaldırması sayesinde olmuştur. Sermaye mekânsal çözümler arayışındadır.

Neoliberalizm, gene David Harvey'in çok uzun uzadıya anlattığı üzere, 1979'da İngiltere'de Margaret Thatcher'ın, 1980 seçimlerinde kazanarak Ronald Reagan'ın (81'de başlıyor Reagan göreve) refah devletini hedefe alan politikaları sayesinde başlıyor. Ve ilk yaptıkları iş, kolektif tüketim alanlarını daraltmak, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesini sağlamak, örgütlü işçi sendikalarının gücüne ket vurmaktır. Bunu işte kamu konutlarının satışı ya da kamunun sağladığı, desteklediği konutların satışı, piyasaya satışı; kamunun büyük şirketleri, özellikle Dünya Savaşı sonrasında hem Avrupa'nın kısmen de Amerika Birleşik Devletleri'nin ama ABD'de başka bir mekanizmayla işliyor, ama Avrupa'da özellikle sanayi kapitalizminin yeniden kurulmasını sağlayan kamu payı, çok büyük şirketlerdeki kamu payının özel sektöre aktarılması, finans piyasalarının serbestleştirilmesi ve tabii ki deregülasyon dediğimiz mesele, sermayenin rotasını büyük ölçüde örgütlü ve siyaseten nispeten güçlü sendikalardan azade olması ve bu sayede 2008 küresel finans krizine giden yolu açmasını sağlamıştır.

Bunun neticesinde mortgage kredileri örneğin veya gayrimenkul ve inşaat ekonomisindeki devasa spekülasyonlar, birbiriyle entegre olmuş dev bir mekânsal çözüm arayışı. Türkiye'ye baktığımızda bu çok daha rahat gözlemlenebiliyor. Çünkü 2008'den sonra, daha doğrusu doğrudan değil 2008'den hemen sonra değil ama 2008'i takip eden 10 yılda, gayrimenkul sektörü Batı'da tekrar değer kazanmaya, bir nevi konut sorununu yeniden ateşlemeye ve genç kuşakları borçlandırarak –daha doğrusu ödeyemeyecekleri surette borçlandırarak– bir nevi kuşaklar arası geleceğe kaçış sorunu ortaya çıkarttı. Geleceğe dönüş değil ama geleceğe kaçış.

Şimdi Türkiye'ye baktığımızda bu 2000'li yıllardan itibaren çok daha rahat okunabiliyor, çok daha rahat takip edilebiliyor. Bunu şimdilerde sanırım 5. baskısı çıkacak olan "İnşaat Ya Resulullah"ta, 2012 olması lazım, yazdığım "Konuta Hücum" makalesinde çok daha açık bir şekilde ifade etmiştim. Ona da bakabilirsiniz.

Devlet-şirket ittifakı Türkiye'de sanayi ve üretim sektörlerinin kolay kontrol edilememesi, özellikle siyasi manipülasyona açık olmaması sebebiyle gayrimenkul sektörüne ve sermayeyi toprağa yatırmaya yöneldi. Buna bir de üstüne üstlük, işte 19 Mart 2025'ten bu yana devam eden ağır baskı ortamının oluşturduğu meseleleri de katarsanız, çok ciddi bir biçimde TOKİ gibi devlet kurumları eliyle İstanbul'dan elde edilen rantın Anadolu'daki taşradaki mekanizmalara aktarıldığını görebiliyoruz. TOKİ özellikle, ama buna Emlak Konut gibi devlet kurumlarını, kamusal kurumları da ekleyebiliriz. TOKİ özellikle ama buna Emlak Konut gibi belediyelerin kendi işlettikleri konut üretimine dair firmaları da ekleyebiliriz.

Bu süreçte kentsel arazinin büyük ölçekli metalaşmasında ve rantın belirli sermaye gruplarına aktarılmasında kilit rol oynadı. Bu model kamu kaynaklarıyla riskin üstlenildiği, ancak karın özel sektöre aktarıldığı bir yapı sergiler. Buna "saptırılmış kolektif tüketim," "tersine kolektif tüketim" diyebilirsiniz ya da Harvey'i takip edersek "betonarme çözüm" de diyebiliriz. Yani evet, en nihayetinde mekânsal bir çözüm ama betonarme bir çözüm.

Bütün bu sürecin sonucunda karşılaştığımız artan dış borç, derinleşen toplumsal eşitsizlikler. Buna bir de 2020 yılında başlayan (işte 2018'den sonra Türk lirasının çok ciddi ölçüde değer kaybetmesiyle devam eden ama 2020'de bir tepe noktasına ulaşan) konut kredilerinin bilinçli düşünülmesi, kredilerin çok uyguna geniş kesimlere arz edilmesi, irrasyonel faiz politikaları sayesinde konutun bir kere daha finansallaşmasına ve bugün geldiğimiz halde genç kuşakların konut edinmesinin neredeyse imkansızlaşmasıyla sonuçlanmıştır.

Yeni Kent Sosyolojisinin Çöküşü

Şimdi neoliberalizm, her şeyi piyasanın çözeceğini, her şeyin gayri siyasi olduğuna dair bir saptamadır aslında. Yeni Kent Sosyolojisi'nin çöküşünden kastettiğim şey de evet, gerçekten bu arada çökmüştür. Ama hem epistemolojik olarak çok ciddi bir çöküş yaşıyor hem de etki olarak çok ciddi bir çöküş yaşıyor.

Her kuramsal yükseliş bir süre sonra kendi sınırlarıyla yüzleşir. 1980'lerle beraber Yeni Kent Sosyolojisi de bir kriz sürecine girdi. Neoliberal politikalar kolektif tüketim zeminini aşındırdı ve postmodern düşüncenin Marksizm gibi büyük anlatıları sorunsallaştırmasıyla paradigmanın temel iddiaları, temel kapsayıcılığı ortadan kalktı. Yerini bugün tanıdığımız kimlik politikaları söylemi aldı.

Postmodern eleştiri, farklı yanları olmakla beraber evrensel teoriler yerine yerel, tikel ve parçalı olana odaklanarak, Yeni Kent Sosyolojisi'nin bütüncül analiz iddiasını, olanaklarını, fırsatlarını temelinden sarstı. Analitik odağı ise Saskia Sassen gibi teorisyenlerin çalışmalarıyla üretimden finansa, 1980'lerin sonlarında, 90'ların başlarında adlandırıldığı biçimiyle "Finance, Insurance, Real Estate"ten geliyor: "FIRE ekonomisi," yani "ateş ekonomisine" kaymıştır. Artık şehirler kolektif tüketimin ya da mekânsal çözümün yerleri olmaktan ziyade –veya bunların uzantısı olarak da tabii ki toplumsal hareketlerin merkezi olmaktan ziyade– küresel sermaye akışlarının ve finansal spekülasyonun arenaları haline gelmiştir.

'68 sonrası beklenen yaygın kentsel direniş dalgası hiçbir şekilde gerçekleşmedi. Büyük düşünürlerin büyük iddiaları yerini 1980'lerin muzaffer "Yeni Kentli Sınıfları"na, yani "Yuppie"lere bıraktı. Bu kuramsal çözülmenin ardından geriye ne kaldı? Ortada bir enkaz yok. Fakat yeni sorular için çok önemli bir başlangıç noktası mevcut. Hala temel sorular ve sorunsal güncelliğini koruyor. Kentler hala sermaye birikim süreçleri tarafından şekillendiriliyor. Devlet kentsel süreçlerde kilit bir aktör olmayı sürdürüyor ve mekan ekonomik krizlerin hem kendini gösterdiği bir sahne olarak hem de bir çözüm aracı, fakat geçici bir çözüm aracı olarak işlev görmektedir.

Bu miras, Yeni Kent Sosyolojisi'nin mirası, günümüzün karmaşık kentsel sorunlarını anlamak için elzem bir başlangıç noktası sunar. Bu kitapta, krizden arındırılmış, krizin ötesine geçebilmiş bir sosyal bilim tahayyül etmenin gerekliliğini, sonuç yerine bir fikir olarak sundum. Günümüz sosyal bilimlerinin karşısında doğrudan mekandan kaynaklanan, doğrudan mekandan neşet eden bir problematik var. Yeni Kent Sosyolojisi hala çok önemli şeyler söyleyebiliyor. Özellikle genç nesillerin 1945-65 doğumlulara servet aktarımı biçiminde çalışan konut sorunu. Bunun benzer bir şekilde uzantısı olan iklim krizi. Dijital gözetim toplumu ki yapay zekayla bu çok daha güçlenecek, güçlenmekte. Topyekün prekaryalaşma ve bununla ilintili yeni eşitsizlik biçimleri gibi çağdaş ve vurucu meseleler hala önemini koruyor.

Prekaryalaşmış ve geçici istihdama dayalı yeni nesil servis ekonomisinin kentsel mekanı nasıl dönüştürdüğünü, akıllı şehir projelerinin ardındaki iktidar ilişkilerini veya iklim krizine karşı geliştirilen yeşil birikim stratejilerinin mekânsal sonuçlarını ancak Yeni Kent Sosyolojisi'nin bize sağladığı alet edevatla, yani üç temel ilkeyle sorgulayabiliriz.

Burada amacım kentlerin büyüsünü bozmak değil. Kentlerin büyüsüne bilakis paydaş olmak. Bu paydaşlık ancak bu büyünün altında yatan yapısal gerçekliği analiz ederek, daha adil ve yaşanabilir kentler kurma talebini yükselterek entelektüel bir katkıdan ibarettir. Kentsel mekanı tecrübe ederken, kentsel mekan deneyimimizin içerisinde aslında tanık olduğumuz şey yalnızca beton değil, yalnızca asfalt değil, sadece fiziki unsurlar değil, aynı zamanda o mekanı üreten toplumsal ilişkilenme biçimleri, tarihsel ve ekonomi politik süreçler, görünenin yanı sıra görünmez kılınan emek ve hepsini bir büyü perdesi şeklinde kaplayan bir mistik gerçeklik hissi sunan ideoloji.

Şu zamanlarda ister istemez hepimiz büyük baskı altında yaşıyoruz. Turgut Uyar'ın çok güzel dizesiyle: "Her mekan çöküyor. Bahçe bahçe güz avlanıp gidiyor." Bu kitabı yazarken biraz da bu umutsuzlukla umudu arayış arasında kalmak üzerine yazmayı hedefledim. Çöken mekanların yerine neyi inşa edebiliriz? Neyi inşa edebileceğimiz, o mekanı nasıl okuduğumuz ve toplumsal olarak nasıl bir mücadele yürüttüğümüzle doğrudan ilişkilidir.

Daha çok yakın zamanda Gaziantep ve Kahramanmaraş merkezli 6 Şubat 2023 depreminde on binlerce insanımızı kaybettik. Turgut Uyar'ın o dizesi, biraz deprem arka planında beni derinden yaraladı. Çok değerli bir yüksek lisans öğrencimi, Mehmet Çiçekli'yi, Antakya'da kaybettik.

Mekan mümbit bir şey. Bizim hayal gücümüzle ilgili bir şey. Çok büyük yıkımların ardından yeniden yeni, eşitlikçi, özgürlükçü mekanlar hayal etmeyi başarabilmemiz gerekiyor. Bu kitap aslında ona da çağırıyor en nihayetinde. Yani umutsuz veya olumsuz bir dizeyle bitirmek istemezdim. Ama kullandığım metafor, Yeni Kent Sosyolojisi'nin metaforu, "Yeni Kent Sosyolojisi'nin Yükselişi ve Çöküşü" metaforu (ki gerçek, aynı zamanda sadece metafor da değil), kentlerin, kente dair hayal gücümüzün nasıl örselendiğiyle de yakından ilintili.

İlginiz için çok teşekkür ederim. Kitapla ilgili sorularınızı ve yorumlarınızı yanıtlamaya çalışacağım. Umarım bu tartışma daha zenginleşebilir. Bir sonraki sefer görüşmek dileğiyle. Kendinize iyi bakın.