Yeni bulunan zamanı takip etmekten vazgeçmeye dair

Çok eskiden, çocukların hatırlayacağı kadar eski zamanlarda, develerin asla tellalık yapmayacağı ve dedemin beşiğini tıngır mıngır sallamaktan ilanihaye illallah diyeceğim zamanlardan bir hikayede, Karadeniz’in hiç olmadığı kadar güzel ve kara, yolların hiç olmadığı kadar açık ve düz, heykellerin hiç olmadığı kadar parıl parıl ve aydınlık, insanların da hiç olmadığı kadar kendilerine benzedikleri zaman geçen bir anda, benim en sevdiğim şey, Samsun’a gitmekmiş. Öyle diyorlar.

Samsun, benim büyüdüğüm Sinop’a biraz uzak. Mesela İstanbul kadar uzak değil. Mesela Ankara kadar uzak değil. Biraz uzak. Herşeyin az, biraz, yakında, sonra ve bakarızla belli olduğu çağlarda, “biraz” bulunmaz bir nimet. Biraz kadar az birşey bir taşra kasabasındaki çocuk için inanılmaz bir şey.

Zira, herşey az, biraz, yakında, sonra ve bakarızla ölçülürken, az ileride DSİ’nin tesisleri mevcut, çocuk kafasıyla on dakika kadar uyumak belki yakınlığı. DSİ tesislerinin sahildeki tesisleri inanılmaz güzel, upuzun bir kumsal var, kumsalda ahşap şezlonglar var, kumun sıcaklığı bileklerime kadar değiyor, kumun inceliği parmaklarıma yapışsa bile oradan akıp gidiyor. Herşey bir tatil hikayesindeki gibi akmakta, hayatımda benden çok daha uzun ilk kızı görmüşüm, sanırım o anda onu çok seviyordum; yukarıda babamlar oturuyor, betondan soyunma kabinlerinin üzerinde lokantası var DSİ’nin ve DSİ benim kafamda dünyanın en gelişmiş kurumu gibi görünüyor, DSİ böyle bir şeyse ben de DSİ’de çalışmalıyım diyorum, NASA’nın astronotlarını yeni görmüşüm, uzay gemisi Challenger -çalınjır- gözümde devasa bir Mickey Mouse oluşturarak infilak etmiş tam da TRT haber saatinde, o kadar üzülüyorum, o kadar üzülüyorum ki, ve sonra utanç duyuyorum milyonlarca insanın üzüldüğü bir sahnede ben nasıl olur da Mickey Mouse’dan başka bir şey göremem diye, belki Amerika denilen şey beş buçuk yaşındayken benim için Mickey’den daha fazla bir şey değil. Ama, her ne olursa olsun, belli ki DSİ, NASA’dan çok daha etkileyici bir kurum.

Sonra, birkaç sene sonra, Ankara’da DSİ genel müdürlüğünü gördüğümde de aynı biçimde büyülendiğimi hatırlıyorum. Herkesin küçümsemeyle baktığı cumhuriyetin modernizmi içinde DSİ öyle büyülü bir şey yapmış kı, parapetler, brüt betondan servis yolları, yapının kendisi uzakta ve ileride, DSİ simgeleri, daha kısaltmasının ne anlama geldiğini bilmeden, parlak bir fikrin orada yattığını düşünüyordum. Sonra sonra, kısaltmasının ne anlama geldiğini anladığımda çok büyük bir hüzün duyduğumu hatırlıyorum. Devlet, fevkaladenin fevkinde, ama artık 1990’larda kulağa o kadar da büyülü gelmiyor, evet, devamı nedir, SU, evet, İşleri. Ne yani, bu kadar mı? Devlet Su İşleri. Musluktan akan sudan, bastığımda açılan elektriğe, Türkiye’nin hemen herşeyinden sorumlu olan kuruluş, en azından 1950’lerin ortasından 1980’lerin sonuna dek. Süleyman Demirel’in kurduğu, yaşattığı ve onunla birlikte efsane olduğu kurum.

Kurumun aslında Tennesse River Valley Authority (TVA) olduğunu çok daha sonra öğrendim, aklım kesince. Ben hâlâ daha DSİ’nin o enfes kumsalında takılmış durumdayım. Sinop’un iki güzel sahili vardı, birisi iç limanda Karakum, diğeri de dış limanda DSİ’nin de bulunduğu yer. Bir de, her zaman sütliman olmasını beklediğimiz Hamsilos fiyordunun hemen yakınındaki Akliman. Akliman yüzmek için güzel değildi, Hamsilos fiyordu görmek için büyüleyiciydi, ancak yüzmek için hiç de öyle değil.

Bütün bu kumsallar dışında, Sinop’taki memurların birbirlerine yaptıkları yegâne espri, Sinop’ta kalan memurların çürümeye başladıklarıydı. O kadar yoğun bir rutubet vardı ki şehirde, bütün şehrin bir denizaltında yüzdüğünü hayal etmeye başlamıştım bir noktada. Ve rutubet. Yorganımı çeviremem, altına girdiğimde nem ve rutubete dair duyduğum bütün hikayeler gerçek olur, ayağımı değdiremem o zamanların apağır yün yorganının kenarına köşesine ve korkarım hepimizin bir fırtına neticesinde savrulup da Karadeniz’e dalıp gideceğimizden. Bir deniz şehirdi Sinop, anlatmak ne kadar kâfi gelir diye kendi kendime hep soruyorum, daha ufacıkken baktığımız köpeğimizi mahallenin büyük abilerinden birisi denize fırlatıvermişti. Hepimiz denizde yaşamıyor muyduk, köpekte bu suyun içinde yüzecek diye mi düşünüyordu acaba, neyse ki yavaş yavaş, patilerini suda sallaya sallaya karaya çıkmıştı köpeğim. O kadar küçük ve o kadar abilerden dayak yemeye müsait olduğum için bir daha asla köpek bakmayacağıma yemin etmiştim, köpekçik ne kadar nefret ettiyse suda yüzmekten bende ufacık şehrin abisinden o kadar nefret etmiştim. Daha sonra bütün abilerden nefret ettiğim kadar nefret etmiştim savunmasız bir köpeği denize atabilecek kadar kendini normal sanan abilerden. Abilerin işi buydu, savunmasızları denize atmak. Deniz şehrindeydik nitekim.

Ve her kış kapıya geldiğinde, fırtınalarla kapkara kurşuni bir gök şehri sarıp sarmaladığında, affetmeden ama, bir damla gün ışığı bırakmadan sardığında, Samsun diye bir yer olduğunu düşünmeye başlardık. Uzun -ama birazdan varılacak kadar kısa- bir yolun sonunda mutlaka bir Samsun vardı. Ve Samsun’da Atatürk heykeli vardı. Hatta, Samsun Atatürk heykeli demek olmalıydı. Bütün bir şehir, on sekiz yaşıma kadar benim için Atatürk heykeli demek olmalıydı. On sekizimden sıçrayarak yirmilere atladığımda biraz Atakum, biraz Çiftlik caddesi, biraz daha Atakum, sahilde Atakum’da, ama hiç Atakum diye bir yer yoktu ben küçükken, mutlaka olmalıydı, yok, bir yığın yer yoktu ben küçükken. Ben köpeğimi bıraktığım için kaçmaya çalışırken Samsun’da Atatürk heykeline ve atam atam lütfen köpeğime artık yalvar da eve gelsin, ondan korkmayacağım daha diye söylenirken, Atakum diye bir yer yoktu.

Atakum diye bir yer, artık ilk rakı sofrasında oturup da böylece on dört on beş yaşlarında olmalıyım, çünkü daha hâlâ rakı içmiyorum, yarım bira içmeme müsaade ediliyor belki de, denizde herkesin yakamoz dediği ancak büyüklerimizin aslında yakamız dolunayın denize vurması değil böyle dedikleri bir anda gerçekleşti. Evet, Atakum diye bir yer o anda gerçekleşti, ne de gelişmişti değil mi Samsun, Sinop’tan gittiğimiz o kısa yolculukların sonunda Atatürk heykelinin hemen karşısındaki Samsun değildi burası artık. Deniz kıyısında kendine yeni bir hayat kurmuştu ya da kurmak üzereydi.

İşte o Samsun’u çok özledim. O Samsun’dan geriye devasa bir şehir kaldı. Onun da hikayesi, elmalar kafamızda birkaç defa sektikten sonraya kalsın.

Discover more from Sinan Tankut Gülhan

Blogdaki Gelişmeleri Takip Etmek için abone olabilirsiniz:

Subscribe now to keep reading and get access to the full archive.

Continue reading/Okumaya devam edeyim..