Yeni bulunan zamanı takip etmekten vazgeçmeye dair

Çocukluğumun Samsun’u, DSİ’nin kumsalında parlayan bir hayal olarak kaldı; şimdi o sahillerin yerinde, yalnızca hafızanın pekiştirdikleri var.

Yeni bulunan zamanı takip etmekten vazgeçmeye dair
Stilize edilmiş bir Samsun manzarası, 2020.

Çok eskiden, çocukların hatırlayacağı kadar eski zamanlarda; develerin asla tellallık yapmayacağı, dedemin beşiğini tıngır mıngır sallamaktan ilanihaye illallah diyeceğim zamanlardan bir hikâyede, Karadeniz’in hiç olmadığı kadar güzel ve kara, yolların hiç olmadığı kadar açık ve düz, heykellerin hiç olmadığı kadar parıl parıl ve aydınlık, insanların da hiç olmadığı kadar kendilerine benzedikleri bir anda, benim en sevdiğim şey Samsun’a gitmekmiş. Öyle diyorlar.

Samsun, benim büyüdüğüm Sinop’a biraz uzak. Mesela İstanbul kadar uzak değil. Mesela Ankara kadar uzak değil. Biraz uzak. Her şeyin “az”, “biraz”, “yakında”, “sonra” ve “bakarız”la belli olduğu çağlarda, “biraz” bulunmaz bir nimetti. “Biraz” kadar az bir şey, bir taşra kasabasındaki çocuk için inanılmaz bir şeydi.

Zira her şey az, biraz, yakında, sonra ve bakarızla ölçülürken, az ileride DSİ’nin tesisleri mevcut; çocuk kafasıyla on dakika kadar uyumak belki yakınlıktı. DSİ’nin sahildeki tesisleri inanılmaz güzeldi: upuzun bir kumsal, kumsalda ahşap şezlonglar, kumun sıcaklığı bileklerime kadar değiyor, inceliği parmaklarıma yapışsa bile oradan akıp gidiyordu. Her şey bir tatil hikâyesindeki gibi akıyordu. Hayatımda benden çok daha uzun ilk kızı görmüştüm; sanırım o anda onu çok seviyordum. Yukarıda babamlar oturuyor, betondan soyunma kabinlerinin üzerinde DSİ’nin bir lokantası vardı, ve DSİ benim kafamda dünyanın en gelişmiş kurumu gibi görünüyordu. “DSİ böyle bir şeyse, ben de DSİ’de çalışmalıyım,” diyordum.

NASA’nın astronotlarını yeni görmüştüm, uzay gemisi Challenger —“çalınjır”— gözümde devasa bir Mickey Mouse oluşturarak infilak etmişti, tam da TRT haber saatinde. O kadar üzülmüştüm, o kadar üzülmüştüm ki, sonra utanç duymuştum: milyonlarca insanın üzüldüğü bir sahnede ben nasıl olur da Mickey Mouse’dan başka bir şey göremem diye. Belki Amerika denilen şey, beş buçuk yaşındayken, benim için Mickey’den daha fazla bir şey değildi. Ama her ne olursa olsun, belli ki DSİ, NASA’dan çok daha etkileyici bir kurumdu.

Birkaç sene sonra, Ankara’da DSİ Genel Müdürlüğü’nü gördüğümde de aynı biçimde büyülendiğimi hatırlıyorum. Herkesin küçümsemeyle baktığı Cumhuriyet modernizmi içinde, DSİ öyle büyülü bir şey yapmıştı ki: parapetler, brüt betondan servis yolları, uzakta ve ileride yükselen yapısı, DSİ simgeleri... Daha kısaltmasının ne anlama geldiğini bilmeden, orada parlak bir fikrin yattığını düşünüyordum. Sonra sonra, kısaltmasının ne anlama geldiğini anladığımda büyük bir hüzün duymuştum: “Devlet Su İşleri.”
Devlet —fevkaladenin fevkinde— ama artık 1990’larda kulağa o kadar da büyülü gelmiyor. Musluktan akan sudan bastığımda açılan elektriğe kadar Türkiye’nin hemen her şeyinden sorumlu olan kuruluş... En azından 1950’lerin ortasından 1980’lerin sonuna dek. Süleyman Demirel’in kurduğu, yaşattığı ve onunla birlikte efsaneleştiği kurum.

Kurumun aslında Tennessee River Valley Authority (TVA) olduğunu, aklım kesince çok daha sonra öğrendim. Ben hâlâ DSİ’nin o enfes kumsalında takılmış durumdayım. Sinop’un iki güzel sahili vardı: biri iç limanda Karakum, diğeri de dış limanda DSİ’nin bulunduğu yer. Bir de, her zaman sütliman olmasını beklediğimiz Hamsilos fiyordunun hemen yakınındaki Akliman. Akliman yüzmek için güzel değildi; Hamsilos fiyordu görmek için büyüleyiciydi, ama yüzmek için hiç de öyle değil.

Bütün bu kumsallar dışında, Sinop’taki memurların birbirlerine yaptıkları yegâne espri, Sinop’ta kalan memurların çürümeye başladıklarıydı. O kadar yoğun bir rutubet vardı ki şehirde, bütün şehrin bir denizaltında yüzdüğünü hayal etmeye başlamıştım bir noktada. Ve rutubet... Yorganımı çeviremem, altına girdiğimde nem ve rutubete dair duyduğum bütün hikâyeler gerçek olur. Ayağımı değdiremem o zamanların apağır yün yorganının kenarına, köşesine. Korkarım hepimizin bir fırtına neticesinde savrulup da Karadeniz’e dalıp gideceğimizden.

Bir deniz şehriydi Sinop. Anlatmak ne kadar kâfi gelir, diye kendi kendime hep sorarım. Daha ufacıkken baktığımız köpeğimizi mahallenin büyük abilerinden biri denize fırlatıvermişti. Hepimiz denizde yaşamıyor muyduk? Köpek de bu suyun içinde yüzecek diye mi düşünüyordu acaba? Neyse ki yavaş yavaş, patilerini suda sallaya sallaya karaya çıkmıştı köpeğim.
O kadar küçük ve o kadar abilerden dayak yemeye müsait olduğum için bir daha asla köpek bakmayacağıma yemin etmiştim. Köpekçik ne kadar nefret ettiyse suda yüzmekten, ben de o kadar nefret etmiştim ufacık bir şehrin abisinden. Daha sonra, bütün abilerden nefret ettiğim kadar nefret ettim — savunmasız bir köpeği denize atabilecek kadar kendini normal sanan abilerden. Abilerin işi buydu: savunmasızları denize atmak. Deniz şehrindeydik nitekim.

Ve her kış kapıya geldiğinde, fırtınalarla kapkara, kurşuni bir gök şehri sarıp sarmaladığında, affetmeden ama, bir damla gün ışığı bırakmadan sardığında, “Samsun” diye bir yer olduğunu düşünmeye başlardık. Uzun —ama birazdan varılacak kadar kısa— bir yolun sonunda mutlaka bir Samsun vardı. Ve Samsun’da Atatürk heykeli vardı. Hatta Samsun, Atatürk heykeli demek olmalıydı.
Bütün bir şehir, on sekiz yaşıma kadar benim için “Atatürk heykeli” demekti. On sekizimden sıçrayarak yirmilere atladığımda, biraz Atakum, biraz Çiftlik Caddesi, biraz daha Atakum; sahilde Atakum’da... Ama “Atakum” diye bir yer yoktu ben küçükken. Mutlaka olmalıydı. Yoktu. Bir yığın yer yoktu ben küçükken.

Ben köpeğimi bıraktığım için kaçmaya çalışırken, Samsun’da Atatürk heykeline bakıp, “Atam, atam, lütfen köpeğime artık yalvar da eve gelsin, ondan korkmayacağım daha,” diye söylenirken, Atakum diye bir yer yoktu.

“Atakum” diye bir yer, artık ilk rakı sofrasında oturup da —böylece on dört, on beş yaşlarında olmalıyım— çünkü hâlâ rakı içmiyorum, yarım bira içmeme müsaade ediliyor belki de, denizde herkesin “yakamoz” dediği ancak büyüklerimizin “yakamız dolunayın denize vurması değil” diye açıkladıkları bir anda gerçekleşti.
Evet, “Atakum” diye bir yer o anda gerçekleşti. Ne de gelişmişti değil mi Samsun? Sinop’tan gittiğimiz o kısa yolculukların sonunda, Atatürk heykelinin hemen karşısındaki Samsun değildi burası artık. Deniz kıyısında kendine yeni bir hayat kurmuştu ya da kurmak üzereydi.

İşte o Samsun’u çok özledim. O Samsun’dan geriye devasa bir şehir kaldı. Onun da hikâyesi, elmalar kafamızda birkaç defa sektikten sonraya kalsın.