Türkiye'de Sinema Yapmak, Türk Sinemasını İnşa Etmek: Lütfi Ö. Akad

Türkiye'de Sinema Yapmak, Türk Sinemasını İnşa Etmek: Lütfi Ö. Akad

Işıkla Karanlık Arasında, Lütfi Akad’ın biyografisi. İlk baskısı yönetmen hayatteyken, 2004 yılında İş Bankası Yayınları’ndan çıkmış, 2014’ten bu yana İletişim Yayınları basıyor sanırım, bendeki baskısı İletişim’den.

Kanonu takip edersek, ister bildung fikrinden bakın, isterseniz büyük-insan kuramı deyin, biyografi liberal eğitimin olmazsa olmaz parçası. Mirasın tanımlayıcısı. Türkiye’de artık kalmadı; oysa Mustafa Kemal hariç -belki onun da Nutuk’u öyle nitelendirilebilir- Cumhuriyetin bütün büyük kurucu figürleri, Kazım Karabekir, İsmet İnönü, Celal Bayar -ilk aklıma gelenler- otobiyografi yazdılar. 

Türkiye’de hemen hiçbir şeye artık hakiki emek harcanmadığı gibi, entelijansiyamız da biyografyalarını yazma işini nehir söyleşi gibi esasında Ayşe Arman’ın Türk gazeteciliğine yegâne armağanı olan, üzücü, şedit, munis bir türe yıkmış durumdalar. Belli ki iyi de satıyor bu kitaplar, her taraf nehir söyleşiye boğulmuş durumda. 

Akad’ın mirasının ne olduğu konusunda yeni yeni kafa yoruyorum; biyografisinin gücüne hayran kaldığım için çok da abartılı bir şey yazmak istemiyorum. Fakat, kendi hikâyesini bu kadar iyi anlatabilme kudretine sahip birinin ne yaratmış olduğunu düşününce, karşıma Türk sineması çıkıyor. 

Akad, kitabını tevazuyla açıyor, son satırlarda o tevazu ortadan kaybolacak belki de, yerini endişeye bırakacak. Geriye ne bıraktığına, Türk sinemasının ne olduğuna, Türkiye’nin ne olduğuna, kendisinin nasıl anılacağına dair bir endişe galiba bu. 

Şöyle başlıyor:

Olaylar, sözler, davranışlar fotoğrafta ışığın gümüşlü duyar katmanı etkilediği gibi belleğimizde izler bırakır. Bu izler kişilerin ruhsal durumlarına göre değişik olur. Kiminde keskin bir aydınlıkta pırıl pırıldır dün olmuşçasına, kiminde açık seçik, belirgin bir tek söz kalmıştır, kiminde bulanık, belirtisiz karaltılar yalnızca…Bugün fotoğrafta bile nesnelliğin su götürür olduğu göz önüne alınırsa bellekte kalmış “im”lere dayanarak anılarda nesnel olmaya özenmek boş bir çabadan öteye gitmeyecektir. 

s. 16

Türkiye’de temsille gerçekliğin mesafesi o kadar az ki; bunun ayırdında olan birini duymak, temsilin gerçeğin ötesinde olduğu kadar, gerçekliğin tam da çekirdeğinde yer alabileceğini kavrayabilmiş bir ustanın -ustasız ustanın, kendini böyle tanımlayacaktır Akad- satırları rahatlatıcı. Can sıkıcı, ama rahatlatıcı. 

Sinema hep aklımın bir köşesinde tutmaya çalıştığım mesele, gerçeklikle temsil, suretle hakikat, kurguyla yöntem, süreğen çelişkiler. Rikâptar sokakta, Şişli’nin artık en yalnız ve hüzünlü köşesinden- başlayıp Beyoğlu’nda Hava sokağına giden bir mekânsal seyahat de var biyografide.  Ne yazık, Akad’ın, Erksan’ın, Atıf Yılmaz Batıbeki’nin, Arakonların (Aydın ve İlhan), Halit Refiğ’in, Safa Önal’ın, Danyal Topatan’ın, yani Yeşilçam’ın esas hikâyesinin başladığı Hava sokağının adını yakınlarda değiştirmişler, ismi verilen eminim önemli birisi, ama en ufak bir aramada sokaktan başka bir bilgi çıkmayan bir kişi. Beyoğlu’nun en güzel geçitlerinden birinde kurulan Erman Film’de başlayan Akad’ın sinemacılığı, bir yandan kentin içinde de mütemadiyen hareket hâlinde olacak, öte yandan, bütün kitap boyunca Tahir’le Zühre’nin peşinden bizi Şam, Bağdat ve Beyrut’a, öte yandan Akdeniz’de aralarında hiçbir yol olmayan Antalya’yla Mersin arasında bir safariye, Anadolu’nun dört bir yanına sürükleyecek. 

Akad, Vurun Kahpeye’yi çektiği Adapazarı’yla başlayacaktı: 

O güne kadar, askerlik görevim sırasında Ankara, Bursa’nın Misis köyü ile İstanbul’un Hadımköyü’nden başka İstanbul dışına çıkmışlığım yoktu.

s. 23

Ne demek istediğini, Vurun Kahpeye’yi izleyince daha iyi anladım; sinemacı gözünün keskinliğini de. Adapazarı, 1940’ların sonunda nasıldı merak ediyorsanız, şuradan izleyebilirsiniz siz de. İzleyin zaten, 30bin defa izlenmiş, ayıp yahu, bu memlekette ondan fazla İletişim ve Sosyal Bilimler öğrencisi var. Akad’ın senaryosunu yazdığı ve tamamıyla yönettiği ilk film Vurun Kahpeye; Halide Edip’in onayıyla yapıyor bunu.

Filmde şu dikkatimi çekti, Hollywood’da yavaş yavaş terk edilen, kararma ve aydınlanmayla sahne geçişleri, fevkalade düşük bir prodüksiyon kalitesi, belirgin bir teyatral oyunculuk -Akad’ın gezgin kumpanyaların oyuncularıyla (Gürses, Şenses, vs. soyisimlilerin hepsi), Şehir Tiyatrosu arasındaki farkı anlattığı bölümlerde de ortaya çıkıyor bu- klasik müziğin yoğun kullanımı, dış mekân gece çekimleri -Türk sinemasının özellikle kaçındığı sahneler- ve tabii bazı senaryo aksaklıkları.  

Akad, film yapmayı kafasına koymuştur da değil aslında işin başında, yapmak durumunda kalmıştır. Büyük bir değişimdir bu, hayatının sonunda artık filmsiz yaşayamayan ve memleketin gitgide kararan 12 Eylül civarı atmosferinde elinden tek isteği alınmıştır. Ülke, çok istediğiniz şeyleri elinizden alır, yol aradığınız zaman da sizi en beklemediğiniz maceralara sürükler, bu özelliğinden zerrece taviz vermez. Akad’ın hayatının başında da sinema, korktuğu ve kurtulmak istediği bir oluştan kaçış imkânını sunar. Ancak iyi bir romancının, fevkalade bir hikâye anlatıcının resmedebileceği bir sahne kurar neden bu imkânı seçtiğini izâh edebilmek için. Babası masanın başında oturmaktadır, kardeşler, annesi, tam bir orta sınıf İstanbullu ailesi yemek yemektedir. Ben orada oturmak istemiyorum deyiverir durdum yere oğul Akad, babasının durduğu yeri kastederek. Freudyen bir yanı da var-zaten, evlilik arefesinde olduğu bir zamanda çizer bu tabloyu. Yetişme çağının imkânını sinema vermiştir, evkafta memuriyet gibi korkulu bir kapatılıştan kaçışı sağlamıştır.  

Kolay bir imkân değildir bu, elleri terleyecek, ağzı kuruyacaktır. İlk dersini, Adapazarı’na -Vurun Kahpeye’den bir önceki filmi, yapım yönetmenliğini yaptığı Şakir Sırmalı’nın filmine-  aceleyle gitmeye çalışırken, Beyoğlu’nda, bugün Devlet Tiyatroları’nın bulunduğu sıradaki ayakkabı boyacılarından biri verir:

“Çabuk usta, şişir acelem var,” dedim. Boyacı başparmağı ile arkayı gösterdi. “Arkadaki arkadaşa geç beyim,” dedi. “Neden, ne oluyor,” dedim. “Ben ayakkabı boyarım beyim,” dedi adam, “bu benim işim, şişirme istiyorsan arkaya geç.” Bir an kalakaldım. Bütün alacağı yirmi beş kuruştu, bir liranın dörtte biri….Beni bekleyen sonsuza kadar bekleyebilirdi, ben burada hayatımın dersini alıyordum.

s. 23

Film kuramıyla, filmin pratiği birbirinden ayrı şeyler. Akad için çok geniş anlamıyla Auteur kuramının takipçisi diyebiliriz. Ancak Nouvelle Vague’dan hoşlanmadığını açıkça ifade ediyor. Kanımca, Akad, zaten Nouvelle Vague’dan da, auteur kuramının oluşumundan da önce bu fikirler ve kavramlara aşina, zira, daha işin başından itibaren Cahiers’i edinip okuyor. 

Bugünün sinema dergileri, ya film dergisi değil, ya da sinemayla değil, dilin kendisiyle uğraşıyorlar, o nedenle de film dergisi değiller. Filmin diliyle, dilin kendisi farklı şeyler olduğu için, yazı-çizi alanındaki her dergide olduğu gibi, sanki başlayınca zaten dergi de ömrünü tamamlıyor. Sahi, dergiler niye çıkar?

“Film kolektif bir iştir” sözünü çok duydum, sinemacılar içinde bile bu sözü savunanlar vardır. Aradan uzun bir zaman geçmeden, bunun böyle olmadığının, kalabalığın ortasında bir yerde, ağır ağır, kaygılar içinde yapayalnız olduğumun bilincine varacaktım.

s. 28

Akad, Tahir’le Zümre ve Arzu ile Kamber ikilisini güç bela Bağdat’ta çektikten sonra iki filmin de çuvallamasıyla hızla kapitalistleşen ve tiyatrocuların deyimiyle “iki kalas bir heves” olmaktan çıkan Türk sinemacılığının acı yüzüyle karşılaşır ve Erman film tarafından işten çıkarılır. Oysa, daha çok kısa bir süre önce büyük hasılat yapan “Vurun Kahpeye”den pay almaktan vazgeçmiş, Lüküs Hayat’la fena olmayan bir hasılat yapmıştır.

Erman filmin ona yol vermesi, 1950’lerin ilk yıllarındaki liberalleşmenin yerini anti-komünizmin bütün şiddetinin dönüşüyle mi ilgili? Erman filmden sonra, Osman Seden’le çalışır, o da çok kısa sürer. Ne de olsa işi az biraz öğrenen -ve Akad öğretmekten de hiç imtina etmez- her yapımcı kendisi yönetmen olduğuna karar verir. 

1950’lerin ortalarından 1960’ların ortalarına kadar çok sıkıntılı geçer hayatı. Yapmak istemediği filmleri yapar, para kazanmak için uğraşmadığı iş kalmaz. Hatta, Hançerlioğlu’yla beraber İstanbul’un Fethi anmaları için bir sahne tasarımı hazırlar, tiyatro ışıklandırması yapar, tek parlak yatırımı olabilecek bir set kirâlama işini sırf işin başında durabilecek vakti olmadığı için ortağına devreder. Cumhuriyetin hayâl ettiği örnek insandır Akad. Ne var ki, cumhuriyet, o Cumhuriyet hayâlinin epeyi uzağındadır, diğerkâmlıktan pek hazzetmez. 

Daha uzun yazacağım, fakat, Ayhan Işık’la Sadri Alışık’ın ne kadar diğerkâm olmadığının altını çizmesi, Metin Erksan’la kurdukları sendikadan biz işçi değiliz, biz emekçi değiliz, biz sanatçı değiliz diye ayrılmalarını da unutmamamız gerektiğini hatırlatması da önemli.

Son not, Arzu Film, Erman Film vs daha bir yığın filmi Youtube’dan yayınlıyor, pristine, pırıl pırıl kopyalarıyla. Vurun Kahpeye en güzel örneği, ama bir yığın tertemiz film var. Bu filmlerin izlenme sayısı 30bin. Ayıp yahu, hakikaten ayıp. İzleyin, izletin, ben izliyorum, öğrencilerime de izleteceğim.