Taşrada Büyümeyen Çocukların Bilmedikleri Hikâyeler I

Taşrada Büyümeyen Çocukların Bilmedikleri Hikâyeler I

Anadolu’nun küçük şehirlerinden birisi. Bütün küçük şehirler gibi tenha saatleri kalabalık saatlerinden fazla. Otogarı anayolun kıyısında. Biz anayolda durmuyoruz, ufak kasabanın ilerisinde, denizin artık rüzgârlarını salıp da, kuş yuvalarını darmadağın etmediği bir yerde duruyoruz.

Bir şantiye. Şantiyelere girmez kuşlar yuva yapmaya. Kasaba çok ufak, içinde köpekler koştuklarında kendi gölgelerine çarpıyorlar. Sahilde bir liman, liman demeye bin şahit, bir rıhtım. Rıhtımın gördüğü tek limanlık, yıkılıp da gitmiş Sovyet ihtişamından kaçan bir balinanın kasaba sakinlerini sömürmesi balık için. Kasaba sakinleri, rıhtımda balina gördüklerine inanmıyorlar. Oğlum, ben hiç inanmıyorum lan. Emre’ye anlatsam o hiç inanmaz, Serkan hadi lan oradan der, Murat’lar bu yaz taşındı, okul açılsa bile ona anlatamam, Fırat bilmediğimiz bir dil konuşuyor, anlatsam da anlamaz, sevinir, Burcu balinayı kendisi görmüştür, çünkü onlar hem kasabanın, hem de merkez ilçemizin en harika insanları, bakkal Hasan amca balinayı istese bile göremez, bakkalın kapısından en son çıktığı zaman tekerlekli sandalye daha icat olmamıştı.

Balina Aydın

Balinadan uzak olma mecburiyetinde şantiyeler. Bilmem, belki Sovyetler bütün insancıllığıyla varken, balinalar şantiyede çalışabiliyorlardı. Arada kafam karışıyor, Sovyetler vardı çünkü daha geçen yaz. Şimdi yok. Oğlum, coğrafya kitabında bile varlardı işte, nah kafam kadar -babamdan gördüm, nah demeyi, ama ondan gördüğümü Emre dışında kimseye söylemedim, anneme söylemezler umarım. Emre’nin babası polis, onlar da lojmanda oturuyorlar. Polislerin lojmanları bizimkisi gibi değil, polislerin arabası da bizim araba kadar hızlı değil. Ford Taunus değil hiçbirisi. Hiçbir araba bizim araba gibi değil. Tabii, Emre’ye bundan bahsetmedim, bozulan elektronik saatimi ona sattım. Beni otuz kere sırtında taşıması karşılığında. Hayatta hiçbir şeyin karşılıksız olmadığını biliyordum. Ulan, bir de otuz kere taşıdıktan sonra saat çalışmasaydı, üzülmeyecektir. Ne yaptıysa yaptı, Emre saati çalıştırdı.

Şimdi, bu kasabada Emre olsaydı, bu şantiye denize bu kadar uzak olmasaydı, beraber balinalara bakmaya giderdik. Emre benim saatimle bana kaç balinayla başka kaç balinanın çarpıştığında yeni balinalar yaptıklarını söylerdi. Gerçi, ben daha çok konuşuyordum. Hattâ, hep ben konuşuyordum. Tonton amcaya yazın bir şey yapmışlardı, Emre demiştim, suikast lafını duydun mu? Yooo, demişti, sen peki astronot lafını duydun mu? Duydum heralde oğlum. Eeee, demişti Emre, biraz canı sıkılmış gibiydi, merdivenlerinden çıkıyorduk okulun, yaz vakti duvardan atlayıp çaktırmadan okulun bahçesinde takılıyorduk. Suikast ne demek ki demişti Emre, kötü bir şey gibi geliyor sesi. Bak dedim, hani ben bizim İstanbul’daki evdeydim ya. Eeee, biz de köydeydik. Hah, işte, televizyonda izledin mi, tonton amcanın parmağına silah sıktılar.

Tonton amcanın parmağı da tontondu değil mi, iyi ki mendili varmış, yoksa çok kanardı. Onun adı suikast oğlum. Emre hayatımda tanıdığım hemen herkes gibi benden daha uzundu. Babasını düşündü sanki bir an. Ölüyor insanlar bazen, ölümden döndürmek insanları keşke daha kolay olsa der gibi iç çekti. Balinaları yaşatmak, insanları ölümden döndürmek kadar zor, muhakkak böyle derdi Abdülkadir, muhakkak.

Emre’yle ilk iddialaşmamız değildi. Saatimi tamir edip de, beni otuz kere sırtında taşımasının karşılığında sınıftaki tek hesap makineli insan olduğundan beri kendisine karşı bir hıncım vardı. Ne annem, ne de babam saatin nerede diye sormamışlardı, bozulduğunu biliyorlardı. Emre bir büyücü gibi, Kara Şimşek’le konuşan o kıvırcık saçlı adam gibi tamir edivermişti benim o güzelim elektronik saatimi. Ulan, yoksa ben fark etmeden Emre saatimi bozmuş olmasındı. Sonra tabii ya, kim kimi salonun bir ucundan öbürüne otuz kere taşır.

Ben ne zaman karanlığa kalsak, biraz daha kalalım derdim; Ahmetler, Ercüment abiler, hepsi top oynamaya kalırlardı dışarıda. Emre illa ki eve gideceğim ben, babam dışarıda görmesin beni diye tuttururdu. İhtişam, ki sonradan muhteşemle alakası olduğunu öğrenecektim, Emre’yle benim kafamızı taktığımız bir şeydi. Okul çok ihtişamlıydı, kocaman bir merdivenden çıkardık bir defa. Bizim lojmanlar gibi değil. Ha, bizim lojman çok temizli ve bakımlıydı, nafıa vekaleti, babamın bana anlattığına göre, memleketimizdeki bütün binaların temizlik, bakım ve bayındırlığından sorumlu olduğundan ötürü en güzel, temiz, disiplinli ve düzenli lojmanlara sahip olmakla mükellefti.

Polislerse çok mühim bir vazife yerine getirmekteydiler, öğretmenimizin dediği gibi. Yoksul ve çalışkan milletimiz, polislere mi, jandarmaya mı, askere mi çalışsın bilememekteydi. Vali konakları güzeldi ama. Valiler çok çalışırlardı, çünkü devleti temsil etmekteydiler. Devlet de bizi temsil etmekteydi, yani aslında valiler çok çalışırken, biz millet olduğumuza göre, devleti temsil eden milletin vazifesini yerine getirmiş, bizlerdi. Yani biz, temiz bir lojmanda oturuyorduk, valiler en temiz ve güzel lojmanda oturmaktaydılar, çünkü onlar milletin ta kendileriydi. Milletse, bakkal Hasan amca gibi, bazen kendilerine iyi bakmamakla beraber, aramızdaki en harika şeydi.

Biz milletin bize aldığı ayakkabılarla taştan top oynamasak, müdür muavini Abdullah bey çok daha memnun olacaktı. Babamın çamına orak ağacı mı dikmekteydi, ayakkabımla taş tekmelerken. Yoksa, kozalaklar bittiği için mi bulduğumuz toparlacık taşlarla oynamaktaydık ve o taş her zamanki gibi Serkan’ın kafasına mı gelmişti, yoksa Laz İlyas, evleri de hemen okulun karşısındaydı, gene çakallık yapayım derken Serkan’a mı atmıştı taşı. Ya Abdullah öğretmenim, bakkala göndermiyon teneffüste, kozalakla oynatmıyon, yuvarlacık taşla oynayınca da ayakkabıylan babamdan bahsediyorsun.

Babam tonton amcayı severdi, hiç ayakkabını niye eskittin diye de sormazdı; düşününce gerçi o parmağımın kıpkırmızı olduğu şutumda, ayakkabımın suratı da üst kattaki Fadime teyzenin suratını da benzediydi, ona çok kızabilirdi.