Bir zamanlar Taşrada
Ufak bir hikaye: ilkokulu Sinop, İstanbul ve Karaman’da okuduktan sonra, o zamanlar 10 yaşındaki çocuklara yapılan sınava girerek Ankara’nın en iyi -ama ikinci- okulunu kazanmıştım.
Biliyorsunuz, göç eden insanları hiç kimse sevmez. Ankara ise mümkün mertebe katlanmaya çalışır. İlkokulu Sinop, İstanbul ve Karaman’da okuduktan sonra, o zamanlar 10 yaşındaki çocuklara yapılan sınava girerek Ankara’nın en iyi -ama ikinci- okulunu kazanmıştım. Ebeveynlerimin neyin ne olduğunu şimdi bile bilemedikleri gibi o zaman da bilememiş olduklarından bir parça emindim.
Harika, doğduğum şehir Ankara’ya geri döndüm.
Tabii, 10 yaşında olduğum için doğduğum şehir bana hiçbir şey ifade etmiyordu. Bilakis, beni bıraksaydınız, Karaman’ın pazarlarına dalıp taze nohut koparıp onları ısırmaya devam ederdim. Karaman bitti. Neden? Bilmiyoruz. Karaman çok geri bir yer. Ya, İstanbul’dan sonra ilk hamburgeri bizim okulun çaprazında Karaman’da yedim. Karaman geri bir yer olamaz. En yakın arkadaşlarım doktorun oğlu Levent, başöğretmenin oğlu Özgür, okuldaki yegane rakibim babamın valilikten tanıdığı adamın oğlu Yoldaş -hepimizi yeniyor hep Yoldaş-, hep bana kızgın gibi görünen Seda, Nas’ların kızı minicik burunlu kızı Esra, babası bir tür sır hakimi Abdülkadir, ne yaptığını hatırlamadığım bir de Arda var. Arda, bizim üçlü ekibin en has elemanı, zira, her bilgi yarışmasında ben, Arda ve Yoldaş varız. Arda sonra İmam-Hatip’e gidecek, ben Ankara’nın soğuk ve ikinci lisesine, Yoldaş birinci liseye gidecek ama 9’uncu sınıfta Ankara Fen Lisesi’ne geçecek. Yoldaş’ın yolu açık. Ben ne yapacağım bilemiyorum.
Karaman’da nedense hiç güvercin hatırlamıyorum. Sabah namazına göre ayarlanırdı okulun başlama saati, işte 7:30’da ders başlardı 1980’lerin sonu, 1990’ların başında okullar. Karaman, benim geldiğim İstanbul’dan 10-15 derece daha soğuk. Ağustos sonu yün yorganlar çıkar, Temmuz başına kadar kalkmazdı.
Yıllar sonra Karaman’da gördüm o her gün 9-10 yaşlarındaki halimle yürüdüğüm okulla evin arasını. Şimdi olsa kızımı gönderemezdim, o zamanlar, o kadar mutlu giderdim ki okula. İçimdeki metropol nefretinin Karaman’dan kaynaklandığını söylesem, Karamanlılara haksızlık etmiş olurdum.
İçimdeki metropol nefreti dediğim şey, çok da abartılacak bir mevzu değil. Metropolden nefret eden bir tek ben değilim. Metropol, bir tek benden nefret etmiyor. Türkiye’nin taşrası, zannettiğinizin aksine pek de homojen bir yer değildir. Bazı kısımları daha ağır hınç ve tepki taşır, bazı kısımlarıysa çok daha açık ve gözeticidir.
Bir yığın memleket okumuşu gibi ben de bir memur çocuğu olduğum için hayata gözlerimi Ankara’da açtım ama hayatın beni götürdüğü yerler Ankara’dan başka her yer oldu. Sinop, İstanbul ve Karaman’ı, Ankara’nın yanısıra daha 10 yaşına gelmeden tanımıştım. Bir de tabii ki Rize Hemşinli olduğum için -15 ve 40, 41, 42 yaşlarım dışında hiç görmediğim yer- her gittiğimde yerde işte bu Rizeli çocuktum.
Sonra her Anadolu seyahatimde, Rize Hemşinli olmanın -aslında Rizeli olmak ama bizim oralılar duymasın- Fırat’a yakınlaşmakla ilgili olduğunu fark ettim. Fırat’a ne kadar yakınlaşırsam, Rizelilik o kadar önem kazanır, Hemşinlilik kaybolurken, Fırat’ten uzaklaşıp da Sakarya’ya yaklaştığım her an Hemşinliliğin gücü artıyordu. Sakarya’nın batısında sadece Hemşinli olmanın anlamı kalıyordu. Zira, sürpriz, Hemşin, Sakarya da değil, Ordu-Giresun’un batısında Karadenizliliği kuran ikinci ya da üçüncü güçtü.
Bu, şu sıralarda yazmayı düşündüğüm bir şey değil. Karadenizliliğin renkleri meselesi, zannettiğimizden çok daha ciddi ve en azından Türkiye’nin batısında siyasi, kültürel ve ekonomik bir yığın ilişkiler bütününü şekillendiren şey. Yuvarlak bir ifadeyle söyleyecek olursam, 1920’lerden sonra Karadeniz dediğiniz yer Rize, Trabzon ve Ordu-Giresun göçünden ibaret bir yer. Bunların içinde de üç, belki dört, ana iktidar odağı var: birincisi Lazlık, ikincisi Trabzonluluk-onun içindeki hareketler, üçüncüsü Hemşinlilik, dördüncüsü bunların dışında kalan yerler.
Tevfik İleri ve Mesut Yılmaz, Hemşinliliğin Türkiye siyasetine iki büyük müdahalesine. İki isim olmasa, özellikle ikincisi, ben muhtemelen anaokuluna da ilkokula da başlayamayacaktım. Ergo, Sinop’un en büyük Anaplı ailesi, bizim oradan çok Laz, az Hemşinli bir aileydi ve beni o sayede 86’nın sonunda, okul kayıt yaşı geçmiş, annem bu ikinci çocuk evde ne yapacak derlerken 5 yıl 10 aylıkken okula yazdırdılar.
Zayıf ilişkiler, güçlü kan bağları. Bir Laz diğer Lazı, bir Hemşinli diğer Hemşinliyi asla unutmaz. Dünyanın sonu geldiğinde bile Laz Hemşinlinin başına bela olur, Hemşinli de Lazın başın ağrıtır. Sonra herşey nihayete erdiğinde öpüşür barışır ve tekbir getirip geçmiş günahlardan aflarını isterler hep beraber.
Taşrada çocuk olmak bu kadar basit değil. Birincisi, kimin nereli olduğun bilmiyorsun. Mesela Kürt bir arkadaşım var birinci sınıfta, herkes çok kötü davranıyor Fırat’a. Ben Fırat’ı seviyorum, canını sıkma ya diyorum. Beraber yürüyoruz okuldan eve, Fırat bilmediğim bir dili konuşuyor, üzülme ya Fırat diyorum ben mütemadiyen. Sinop’ta 1980’lerde Kürt olmak herhalde hayatta gördüğüm en kötü şey. Ki, esasında Sinop’ta mıyız, neredeyiz, ne olmuş, o da çok anladığım bir şey değil. Sadece Fırat’a çok kötü davrandığını anlıyorum öğretmenimin ve diğer çocukların.
Öğretmen bana da kötü davranıyor diye bilyelerimi biriktiriyorum. Daha ikinci üçüncü haftasındayız Sinop’ta okulun, burnum o zamanlar daha sık, şimdilerde biraz seyrek olmakla birlikte hep kanar. Minnacık bir burun değil benimkisi, o zaman bile endamını belli etmiş, her halta karışacağı baştan belli bir burun. Kanıyor işte, ne yapayım. Kanamaya başladı mı da durmuyor. Bütün beynim akıyor sanki.
Gene öyle vakayi adiyeden bir kanama, kızın teki -ismini unuttum şimdi- 50 kişilik sınıfta sen bir bağırmaya başla, kan var, kannnnn, kannnnn, yetişin. 6 yaşındayız taş çatlasa, herkes kendinden geçiyor, sonradan izlediğimiz, o vakitler hiç görmediğimiz Amerikan filmlerinde gibiyiz, sanki sınıfın 3,5 metrelik çatısı yarılmış ve kafamıza Carrie misali kan yağmakta, 50 kişi yeri yerinden oynatmakta. Vakit erken, daha soğuk savaş bitmemiş, Amerikan icadı kağıt mendil yok marketlerde, zaten market de yok, anneme hep tembihlemiş iki mendil koy anne diye, bez mendillerden ilki kanamış, kanla dolmuş, neyse ki ikincisine geçerken herşey geçmiş, Geçmek üzere.
Öğretmen tabii, Atike hanım, hiçbir şeyi affetmediği gibi, yani Sinoplu olan ve tanıdık olanlar dışında hiçbir şeyi affetmediği gibi, benim burnumun kanamasını da affedemeyecek. Çok üzülmüş öğretmenimiz. Ya, ne üzülmesi diye düşünüyorum bir yandan. Neticede burnu kanayan benim ve öğretmenim benim ebeveynim, bana bakacak, göz kulak olacak, annem yoksa o annem olacak. Çattttt. Nah olacak.
Şiddetle hayatımda ilk defa o anda tanıştım. Burnu kanayan benim, hadi revir diye bir şeyin olduğunu bilmiyorum ama herhalde sınıftaki bu hercümercün de müsebbibi ben değilim. Açıkçası, böyle büyük bir burnumun olması konusunda bir dilekçe yazdığımı da hatırlamıyorum, bilhassa hadi büyük burnum var, neden böyle durup durup kanasın ki yönünde de bir istida vermemişimdir herhalde.
Atikanım, sınıfa bir hışımla girer, noluyor burada. Örtmenim, Sinanın burnu kanadı, bunlar da basbas bağırıyor der sınıf başkanı ve azılı düşmanım uzun boylu çocuk. Atikanım, geçin bakayım sıraya der, ben daha kanayan burnumun yeni durmuş kanlı mendillerini cebime sıkıştırma gayretinde, ben de mi der gibi acıyan gözlerle öğretmenime bakmaktayım. Sıra dayağıyla ve taşra azarıyla böylece tanışmış oluyorum. Ahşap cetvel, açık avuca patlar. Elli kişi dayağını yer.
O vakit, nedense belli belirsiz bir kader inancım varmış demek ki, 6 yaşında. Dayak yemek bana çok koymamıştı. Anneme anlatmışımdır ama, burnum kanadığı için dayak yemenin saçmalığını nasıl anlatacaksın ki annene. Beni esas üzen, ahşap gemi ustasının kızı Duygu’yu da sıra dayağına çekmiş olmasıydı Atikanımın. Duygu ki, hiçbir şeyde sesi çıkmaz, sol elinde iki tane siğili var diye dünyanın en sessiz ve en üzgün kızıydı. Haksızlık belki bir yere kadardı, ne yapayım örtmenim, burnum kanadı diye beni döv de, Duygu’ya niye vurdun. İnsan olan hiç kimse, Duygu gibi ufacık, nazik, nazenin bir kıza vurmazdı.
O noktada, işlerin pek de parlak olmayacağına, kimsenin hakkının kimsede kalmadığı bir dünya yerine, eline ahşap cetvel alanın eli minnacık olanlara vuracağı bir dünyada yaşayacağımı düşünmeye başlamıştım. Duygu’ya bunu yapan dünya, benim gibi sürekli burnu kanayan koca burunlu kısacık bir oğlana neler yapmazdı.
Oysa, sınıfta en hızlı toplama çıkarma yapan çocuk benim, bütün sınavlardan en yüksek puanı alan benim, tamam dans etmeyi beceremiyorum, hiç beceremedim ama çok denedim, aksanlı Türkçe değil de İstanbul ağzıyla konuştuğum için -ama İstanbul’da da büyümüş bir Ankaralı olduğum için- çok da tahkir edilmedim. Volkan dışında.
Volkan sınıfın en uzunu, en çirkini, en ağzı laf kalabalığı yapan elemanı, en Sinoplusu. Ondan daha Sinoplusu yok. Ben okumayı geç öğrendiysem, ki 4 yaşında gazete kağıtlarını elime alıp da okurmuş gibi yaparmışım der annem, bense gazete kağıtlarının 80’lerde sakızdan daha tatlı bir çiğneme nesnesi olduğunu keşfettiğim için bunun böyle olduğunu anneme anlatmaya çalıştım. Annem artık benim hiç okumayı öğrenemeyeceğimi düşündüğünde muhtemelen, oğlum sen niye böyle yapıyorsun, bak Volkan bile okumayı sökmüş dedi diye okumaya başladım. Öyle bir rekabet var aramızda Volkan’la. Sırf Volkan mutsuz olsun diye üç kademeli rakamları toplamayı çıkarmayı kafamda öğrenmeye çalışmıştım.
Benim burnum kanar, Volkan sınıfı toparlar, Volkan en iyi dans eder, Volkan zaten sınıf başkanı olacak adamdır, Volkan çok kibardır, belki Volkan füzyon denklemini bile bulmuştur da, sırf ayıp olmasın diye sınıfta açıklamıyordur. Volkan’ın hep yakalığı beyazdır, biz teneffüslerde çılgınlar gibi top peşinde koştururken Volkan eski mektebin oradan bizi kınayan gözlerle izler. Hadi beceremiyorsun, Volkan gel de Serkan’la Emre’nin arasında bir defansa bakıver. Hayır, Volkan -bence kızlara bakar- nasıl olsa yedi cüceler ve pambuk prenseste gene prensi oynayacak ve biz top peşinde koşan cengaverlere gene cücelik düşecektir. Bilfiil bu olay böyle olmuştur. Volkan, sevdiğim kızı da prens olarak öpmüştür. Bravo, büyük oyunculuk. Prensesi uyandırdın, nefretimizi kazandın. Ama Volkan dedim Serkan’a -Murat gittikten sonra en yakın arkadaşım oldu ikinci sınıfta, Murat bir daha hiç aramadı- benim öyle büyük nefretimi kazandı ki.
Taşra, memur çocuklarının ezildiği yerdir. Volkan’ın babası beyaz eşya bayi miydi, teyzesi öğretmen miydi, öyle bir şey. 7 yaşındaki çocuğun sevdiği kızı piyes bile olsa gözleri önünde öpmeyin efendim, sonra bir ömür boyu düşmanlık kazanırsınız.
Sinop ve İstanbul en zor taşra deneyimlerimdi. Sinop’ta ben işin başında olduğumun çok farkında değildim, kimse de bana burada yenisin, biraz ağırdan al dememişti. İstanbul’daysa daha da beteri, İstanbul dışında başka bir yerin olmadığını, benim de hiçülkeden gelen ufacık -yani, resmi olarak da herhalde 120 santimle ufacık- bir karakter olduğumu söylememişti. Hoş, söylese ne olacaktı. Özel okul diye bir şey icat edilmişti ve ben ne olduğunu bilmediğim bu özel bir şeyin ilk kurbanı olacaktım.
İstanbul, umumi taşradır. İstanbulluların kendilerini eğlendirme kabiliyetleri sizi aldatmasın, İstanbul, bak burası Kartal, burası Maltepe derken o taşranın içinde kaybolur gider, size de aha, Sinop daha da merkeziymiş buradan demek kalır.
Velhasıl, ufarak taşraların kurduğu devasa bir ülkede, 10 yaşındaki bir “ben”in hikayeleri uzun ve sıkıcı, vakit buldukça anlatmaya devam ederim.