Rekabetçi otoriteryanizmin sonu: Türkiye'de ne oluyor?

19 Mart müdahalesi, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve ekibinin tutuklanmasıyla, Türkiye'nin rekabetçi otoriteryanizmden tam otoriteryanizme geçişini simgeleyen kritik bir kırılma noktasıdır.

Rekabetçi otoriteryanizmin sonu: Türkiye'de ne oluyor?
Kaynak: Anka

19 Mart Müdahalesinin Yapısal Analizi

Ekrem İmamoğlu, iki hafta önce 18 Mart'ta, İstanbul Üniversitesi Yönetim Kurulu kararıyla diplomasının düşürülmesi gibi bir durumla karşılaştı, sonra da son derece ağır suçlamalar içeren bir savcılık iddianamesiyle 19 Mart sabaha karşı saat 5'te tutuklandı.

19 Mart, sadece Ekrem İmamoğlu'nun tutuklanmasıyla kısıtlı kalmayan, yüze yakın üst düzey İstanbul Büyükşehir belediyesi bürokratının, başta kamuoyunda İmamoğlu'nun sağ kolu olarak görülen Murat Ongun'un ve 2019'daki kampanya başarısının beyni kabul edilen Necati Özkan'ın, ayrıca, Beylikdüzü belediye başkanı Murat Çalık -ki, İmamoğlu, Beylikdüzü belediye başkanlığından büyükşehire geçmişti- Şişli belediye başkanı Resul Emrah Şahan -bir önceki dönem İmamoğlu'nun en yakın çalışma arkadaşlarındandı- ve yine yakın çalışma ekibinden, çok ufak farkla Fatih Belediye Başkanlığını bir yıl önceki seçimde kaybeden halihazırda büyükşehir belediyesi genel sekreter yardımcılığını sürdüren sanat ve mimarlık tarihçisi Mahir Polat'ı, sivil toplum ve toplumsal araştırmalar alanında çalışanların yakından tanıdığı ve İmamoğlu'nun think tank'i sayabileceğimiz Reform Enstitüsünün başındaki Mehmet Ali Çalışkan'ı da kapsayan çok geniş ölçekli bir cezalandırma operasyonuydu.

19 Mart sabahı sadece Ekrem İmamoğlu ve çok geniş kapsamlı ekibi tutuklanmadı, gazeteci İsmail Saymaz da Gezi eylemlerine -12 yıl önce başlamış ve bitmiş bir protesto hareketine- destek verdiği gerekçesiyle anayasal düzeni yıkmak suçlamasıyla tutuklandı. Müteakip gösterilerde ve 2 Nisan'da bayram çıkışında ticari işletmelere -özellikle iktidarı açıktan destekleyen işletmelere karşı- uygulanacak boykota çağrı vesilesiyle de yüzlerce insan gözaltına alındı, bir kısmı birkaç gün zarfında serbest bırakılırken, bir kısmı cezaevlerine sevkedildi ve tutuklu olarak yargılanmaktalar.

İstanbul'un Sosyo-Mekânsal Dönüşümü ve Kentsel Politika

Türkiye'nin makro-siyasi dönüşümlerini anlamlandırabilmek için, İstanbul'un kentsel mekânındaki sosyo-ekonomik ve sosyo-mekânsal yapılanmanın tarihsel gelişimini incelemek gerekir. 1950'lerde başlayan hızlı kentleşme süreciyle beraber, İstanbul'un çeperlerinde beliren enformel konut alanları (gecekondu yerleşimleri), Türkiye'nin demografik, ekonomik ve politik dönüşümünün mekânsal izdüşümlerini oluşturmuştur. 1980'lere kadar kademeli entegrasyon mekanizmalarıyla kentsel sisteme eklemlenen bu yerleşimler, neoliberal kentsel politikaların uygulanmaya başlamasıyla beraber sınıfsal ve mekânsal ayrışmanın odak noktası haline gelmiştir.

İstanbul'un kendine özgü kentsel politik ekolojisi, özellikle 1980 sonrası dönemde, sermaye birikim süreçlerinin mekânsallaşmasını yansıtmaktadır. Harvey'in "girişimci kentçilik" (entrepreneurial urbanism), Molotch'un büyüme makinesi, Çağlar Keyder hocanın da küreselleşen kent dediği gelişimlerin odağında, İstanbul'un kentsel mekânı, ulusal ve uluslararası sermayenin birikim süreçlerinin merkezi haline gelmiştir. Özellikle 2002 sonrası dönemde, inşaat odaklı ekonomik büyüme modelinin en görünür uygulamaları İstanbul'da gerçekleşmiş, kentsel dönüşüm projeleri, mega projeler ve kamu-özel işbirlikleri, yeni bir sermaye birikim rejiminin mekânsal araçları olarak işlev görmüştür.

Bir yeniden bölüşüm mekanizması olarak kentsel mekân ve belediyeler

1965'te apartman dairelerinde kat mülkiyetini kabul eden yasanın geçmesiyle beraber, batının büyük şehirleri ve bu büyük şehirlerde kat mülkiyetini tesis edecek düzenlemelerin sorumlusu belediyeler kendilerini bir anda ciddi bir birikim aygıtının sorumlusu olarak buldular. Türkiye'nin soğuk savaşın en çirkin yönlerini yaşadığı 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleri arasında bunun ölçeğini, işlevini ve etkilerini kavrayacak fırsatı yoktu. 1983 sonrası Turgut Özal'ın yeniden kurduğu ve güçlü bir biçimde neoliberal kampa yerleştirdiği demokratik idare altında belediyeler, kentsel arsaların rantının birincil dağıtıcısı rolünü çok da zorlanmaksızın kabullendi. 1989'da kısa bir SHP (CHP'nin 12 Eylül'de kapatılmasıyla yerine kurulan parti) yerel yönetimi deneyiminin ardından, 1994, İslamcı-milliyetçi sağın ülke çapında yerel yönetimleri devralmasına tanık oldu. 1994'ten 2019'a kadar çeyrek asır boyunca, İslamcı-milliyetçi sağ koalisyonun en büyük başarısı, kentsel mekân üzerinde hemen hemen sınırsız rant sürecini tetiklemesiydi.

2019 yerel seçimleri, bu kentsel rejimin sarsıldığı bir moment olarak değerlendirilebilir. İmamoğlu'nun mahalle ölçeğindeki oy dağılımı incelendiğinde, İstanbul'un farklı sosyo-mekânsal formasyonlarında (tarihi kent merkezi, gecekondudan dönüşen çeper mahalleler, orta-sınıf semtler, kıyı bölgeleri) geleneksel oy verme kalıplarının dışına çıkan bir eğilimin varlığı tespit edilebilir. Wacquant'ın marjinalliğin gelişimi kavramı tam da burada devreye girer, kentsel çelişkilerin derinleşmesiyle ortaya çıkan toplumsal hareketliliğin bir göstergesidir. 19 Mart sonrası sosyal medyada tanık olduğumuz da, ilk defa İmamoğlu'nun bu marjinalleştirilmiş kitleye hitap ettiğine dair ilginç gözlemler sunuyor. Türkiye bir gün demokratikleşirse, sosyologlar için çok önemli bir çalışma alanı, İmamoğlu'nun E-5'i aşması, İstanbul'un en kalabalık alt sınıf mahallelerinde etkisini hissettirmesi gelecekte değerli bir olgusal çalışma sahası olacak.

İstanbul Seçimlerini Haritalamak

Yukarıdaki harita, 31 Mart ve 23 Haziran 2019 seçimlerinde Ekrem İmamoğlu'nun aldığı oyun değişimini mahalle ölçeğinde gösteriyor. Haritanın en çarpıcı yeri, CHP'nin 1977'den beri geçemediği marjinallik çizgisini geçmesi. Hem Anadolu hem Avrupa yakasında E-5'in kuzeyinde patlayan oylar.

Bu harita, yayınlanmayı hâlâ bekleyen bir makalenin parçası. O makalede, bilhassa 31 Mart-23 Haziran'ın 84 günlük bitmeyen seçimine odaklandım, çünkü Kürt hareketinin etkileri dışında İmamoğlu'nun siyasi etkisinin en rahat gözlemlenebileceği yer de tam bu 84 gündü. Eğer iktidarın ve sağ çevrelerin önce mahçup, sonra da bayağı bağırış çağırış içinde ifade ettiği gibi İmamoğlu -ve daha sonra CHP'nin- yükselişi salt Kürt oylarına bağlı olsaydı bu haritadaki hareketliliği görmenin imkânı olmazdı.

İmamoğlu, aşılması imkânsız gibi görünen bir eşiği iki yerden birden aştı. Önce Kürt oylarının bulunduğu özellikle Sultanbeyli, Bağcılar, Esenyurt gibi ilçelerde, daha sonra da orta sınıf Türklerin yaşadığı fakat yıllardır muhafazakarlığa daha yakın olan Üsküdar, Çekmeköy, Sancaktepe, İstanbul'un en büyük ilçelerinden Küçükçekmece, Halkalı, Güngören ve hatta Eyüp'te.

Haritada özellikle oy oranı artışını arka plan rengi olarak kullandım. 31 Mart-23 Haziran arasında gerçekleşen şu anda Türkiye sathında her yerde yaşanıyor. Artık anketlerin ve anketçilerin de ölçebileceği skalayı geçmiş bir haksızlığa tepki anında yer alıyoruz.

İstanbul, bu açıdan çok önemli. Türkiye, coğrafi, demografik, kültürel ve ekonomik olarak -belki en az ekonomik açıdan- ayrışmış bir ülke. Fakat ülkenin 780bin kilometrekaresini de temsil eden yegâne şehir varsa o da İstanbul'un ta kendisi. İstanbul'da Rize de var, Hopa da var, Birecik de var, Şarköy de var, Bodrum da var, Aksaray da var, Karaman da var. Ve işin ilginç yanı hepsi beraber neredeyse tüm Türkiye'yi temsil edecek oranda var. Ve yine de tabii, Karadeniz'in büyük ağırlığı var.

İstanbul, Türkiye'nin demokratik ilerleyişinin, ekonomik büyümesinin, dünyayla eklemlenmesinin, çokkültürlülüğün, kozmopolitan fikrin merkezi oldu. Sadece bugün değil, takriben 1800 yıldır, Roma imparatorluğunun sıradan bir şehri Byzantionken bile öyleydi. Ne var ki, bu son tanık olduğumuz şey, İstanbul'un sadece askeri darbeler sürecinde tanık olduğu kadar acıklı bir durumdu. Erdoğan'ın kendi seçtiği Kadir Topbaş'ı saymazsa, sivil yönetim döneminde hiçbir zaman İstanbul belediye başkanları görevden alınmadı. Erdoğan 28 Şubat'ın kurduğu melez iktidar döneminde görevden uzaklaştırıldı, 12 Eylül ve 12 Mart dahil olmak üzere herhangi bir siyasi otoritenin 1960'tan sonra belediye yönetimleri yeniden kurulduğundan beri görevden aldığı ikinci İstanbul büyükşehir belediye başkanı Ekrem İmamoğlu oldu.

Rekabetçi Otoriteryanizm ve Kentsel Yönetişim Krizi

Türkiye'yi yakından tanıyanlar, son 15 yılın her türlü iniş çıkışına, her türlü yıpratıcı, yaralayıcı ve yıkıcı müdahalesine tanık olmuş bizim gibi insanlar için bile 19 Mart ağır bir şoktu. 2013'ten bu yana bir nebze demokratikleşme görmemiş olduğumuz için yediğimiz darbelerin arasında artık pek de anlam taşımıyor diye düşünebilirdik.

19 Mart, haklı olarak geniş muhalif kamuoyunda bir darbe olarak adlandırıldı. Darbeyi belki doğrudan Türkçeleştirdiğimizde anlam kaybına uğruyor, İngilizceye Fransızcadan geçtiği kadarıyla bu bir coup d'etat değil. Devlet darbesini yapanın devlet gücünü ele geçirmek hedefiyle yola çıkarlar. Burada zaten devlet gücünü tamamıyla elinde tutan bir oligarşik grubun herhangi bir biçimde demokratik yollarla değişmeye imkân tanımayan müdahalesi söz konusu.

Levitsky ve Way'in "rekabetçi otoriteryanizm" (competitive authoritarianism) kavramsallaştırması, Türkiye'nin son dönemdeki rejim karakteristiğini anlamak için önemli bir analitik çerçeve sundu. Bu rejim tipinde, demokratik kurumlar kağıt üstünde varlıklarını sürdürmekle birlikte, iktidarın kaynak asimetrisi, medya kontrolü ve yargı üzerindeki etkisi nedeniyle adil bir rekabet ortamı bulunmamaktadır. İmamoğlu vakası, özellikle yerelde rekabetçi otoriteryanizmin sınırlarını zorlayan bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır.

Levitsky ve Way, rekabetçi otoriteryanizmi şöyle tanımlamaktadır: "Rekabetçi otoriter rejimlerde, resmi demokratik kurumlar politik otoriteyi elde etmenin ve kullanmanın temel aracı olarak görülür. Ancak yöneticiler, bu kuralları o kadar sık ve o derece ihlal ederler ki, rejim demokrasinin geleneksel asgari standartlarını karşılayamaz." Yazarlar, 1990'larda Hırvatistan (Franjo Tudjman), Sırbistan (Slobodan Milošević), Rusya (Vladimir Putin), Peru (Alberto Fujimori) ve Haiti gibi örneklerin yanı sıra Arnavutluk, Ermenistan, Gana, Kenya, Malezya, Meksika ve Zambiya'yı bu kategoriye dahil etmektedir. Bu rejimleri demokrasinin "eksik" veya "düşük güçte" formları olarak tanımlamak yerine, Juan Linz'in yaklaşımını benimseyerek bunların otoriteryanizmin (düşük güçte) bir biçimi olarak değerlendirilmesi gerektiğini savunurlar.

Levitsky ve Way, rekabetçi otoriteryanizmi hem demokrasiden hem de tam ölçekli otoriteryanizmden ayırt eder. Modern demokratik rejimler dört asgari kriteri karşılar: 1) Yürütme ve yasama organları açık, özgür ve adil seçimlerle belirlenir; 2) Neredeyse tüm yetişkinler oy kullanma hakkına sahiptir; 3) Basın özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü ve misilleme korkusu olmadan hükümeti eleştirme özgürlüğü dahil olmak üzere siyasi haklar ve medeni özgürlükler geniş ölçüde korunur; 4) Seçilmiş yetkililer, askeri veya dini liderlerin vesayeti altında olmadan gerçek yönetim yetkisine sahiptir. Tam demokratik rejimlerde bu kriterlerin ihlali, iktidar ile muhalefet arasındaki oyun alanını temel olarak değiştirecek kadar geniş veya sistematik değildir.

Berk Esen ve Şebnem Gümüşçü, 2016 ve 2019'da yazdıkları iki yazıyla, Türkiye'nin rekabetçi otoriteryanizme nasıl giriş yaptığını, bunun farklı veçhelerini ayrıntılarıyla aktardılar. 2019'da rekabetçi otoriteryanizmden çıkışın bilhassa zoraki tekrarlanan İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığı seçimiyle nasıl belirginleştiğinin de altını çizdiler.

İstanbul'un kentsel yönetişim modeli, özellikle 2019 seçimlerinden beri, merkezi yönetim-yerel yönetim gerilimine sahne olmuştur. İmamoğlu yönetiminin izlediği katılımcı yönetişim stratejileri, mahalle ölçeğinde katılım mekanizmalarını güçlendirme çabaları ve kentsel adalet söylemi, merkezi iktidarın hegemonik kentsel politikalarına alternatif bir yaklaşım sunmuştur. Jessop'un "stratejik-ilişkisel devlet teorisi" (strategic-relational state theory) çerçevesinden bakıldığında, bu gerilim, devlet aygıtının içindeki güç ilişkilerinin mekânsal yansıması olarak değerlendirilebilirdi. Bunun hakkında açıkçası spekülasyondan başka bir yanıtımız yok.

Bu sivil darbe teşebbüsünün şu anda gerçekleştirilmiş olmasının makûl bir açıklaması yok. Seçimlere 3 yıldan fazla zaman var, meclis aritmetiğinde görece güvence içinde iktidar partileri, hatta kendilerine katılan bir grup muhalefetten seçilen milletvekili de var. Kürt hareketiyle çok uzun yıllardan sonra ciddiye alınabilecek bir barışa imza atılmış gibi görünüyor. Aşağıda ayrıntılandıracağım gibi az çok bu güne kadarki hamlelerini anlamlandırabilmiş olmama rağmen, bu bütün hamlelerden de ağır hamlenin sâiklerini kavrayamıyorum.

Bu yazıyı, bir sosyolog olarak yazıyorum, İmamoğlu'nun kendisi dışında tutuklananların hepsiyle ortak arkadaşlarım var, bir kısmıyla bir veya iki toplantıda bir araya gelmişimdir, hepsi de son derece değerli bulduğum, saygı duyduğum karakterlerdir. Fakat, bu siyasi bir yazı değil, daha ziyade rekabetçi otoriteryanizmden çıkma ânında nereye doğru seyrettiğimizi değerlendirmeye dair bir yazı.

Bitmeyen Kriz: Krizin Olağanlaştırılması

Türkiye, 2010'ların sonuna kadar gelişmekte olan piyasalar arasında örnek gösterilebilecek bir yer tutuyordu. Bir türlü arzu ettiği Çin tarzı dış fazla vermeyi yakalayamasa da, dış açığını turizm gelirleri artı dış yatırımlarla kapatmak gibi bir imkânı vardı. Görece demokratikti, kendi doğusundan ucuz işgücü de çekebiliyor, Körfez'den yatırım da bulabiliyordu. Genç, nispeten iyi eğitimli, daha ağır çalışma koşullarında daha uzun süre çalışabilecek geniş bir nüfusa sahipti.

Bugünlerde hemen herkesin unuttuğu -hatta yanlış hatırladığı- bir dönüşümü, kentleşmeyi tamamlamıştı. 2010 itibariyle ülkenin %80'inden fazlası kentsel alanlarda yaşıyordu. Kentselleşmiş -bilhassa batıda- bölgeleri de eklersek, kırsal nüfus %10'un altına düşmüştü. Bu kentsel nüfusa piyasa aracılığıyla da olsa, konut, temel tüketim ihtiyaçları, temel sosyal ihtiyaçları ve en önemlisi üniversiteye kadar giden ihtiyaçları da karşılamakta sıkıntı çekmiyordu.

Ülke, 2010'ların ilk yarısında, 1960'ların ikinci yarısından bu yana yaşamadığı bir altın çağı yaşıyor sayılabilirdi, en azından ekonomik olarak. Aşağıda, TÜİK'ten derlenmiş son 20 yılın enflasyon verisini bulabilirsiniz. Yıllık enflasyon verisi çok anlamsız olduğu için aylık veriyi bu şekilde bir araya getirmenin daha açıklayıcı bir model sunduğunu düşündüm. Özellikle ısı haritası formuna bakarsanız -rakamlar hatalı olsa bile- sürecin nasıl kırıldığına dair çok net bir resme hakim olabiliriz.

Türkiye Aylık Enflasyon (2005-2025)
Aylık Değişim Oranları (%)
En Yüksek Aylık
13.58%
Aralık 2021
En Düşük Aylık
-1.44%
Kasım 2018
2022-2024 Ort.
3.89%
Yüksek Enf. Dönemi
2005-2019 Ort.
0.82%
Düşük Enf. Dönemi
Yıl Ocak Şubat Mart Nisan Mayıs Haziran Temmuz Ağustos Eylül Ekim Kasım Aralık Ort.

Notlar:

  • Veriler aylık enflasyon oranlarını göstermektedir (bir önceki aya göre % değişim).
  • 2021 Aralık ayındaki %13.58 ve 2022-2023 dönemindeki yüksek değerler dikkat çekicidir.
  • 2005-2020 döneminde ortalama aylık enflasyon %0.82 iken, 2021-2025 döneminde %3.89'a yükselmiştir.
  • Negatif değerler deflasyonu (fiyatlarda düşüş) gösterir.
  • Kaynak: TÜİK, https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Tuketici-Fiyat-Endeksi-Mart-2025-54178

Türkiye'nin demokratikleşmesiyle ekonomik büyümesi arasında doğrudan ilişki olduğunu enflasyonun ısı haritasından açıkça görebiliriz. 2018'de dövizin patladığı Eylül ayında gelen %6,5'lik enflasyondan sonra, TÜİK ardı ardına başkan değiştirirken, 2019 Mart ve Haziran aylarındaki İmamoğlu zaferi beklenmedik fakat kaçınılmaz bir sonuçtu.

2023 14 Mayıs seçimlerinde de İmamoğlu ya da Ankara büyükşehir belediye başkanı Mansur Yavaş'ın muhalefetin cumhurbaşkanı adayı olacağına kesin gözüyle bakan benim gibi ümitvar kesimlerin aksine, muhalefetin mesajını altılı masayla yok eden, ekonominin artık zoraki 2021 Aralık ayında aylık açıkladığı %13.58 enflasyonla çıkmazı girdiğinin farkında bile olmayan bir muhalefet kliği rekabetçiliğin de bütün yollarını kapatmayı başarmıştı. %13.58 -eksik ve yanlış bile olsa- yıllıkta başka ve demokratik ülkelerde büyük değişimler getirebilecekken, muhalefetin zoraki kliği, rekabetçiliği dar çevreye, aday seçimine, toplumsalın inkârına tahvil etti.

Kentsel Siyaset ve Mekânsal Pratikler

İlk anda aklıma gelen, bunun bir darbe değil de bir putsch olduğuydu. İşleyen bir ekonomi-politik ve idari sistem içerisinde, darbeye hayli benzer fakat tam olarak darbe işlevi görmeyen -çünkü darbe, iktidarın tamamen ele alınması demektir- bir manevra. Putsch, tabii iktidara dair belirli talepleri olan güç odaklarının bu talepleri karşılamak üzere yürüttüğü -sonuçta saf şiddeti içeren- daha ziyade ikili iktidardan çıkış anlamına gelen bir durum. Ne var ki, putsch için güçleri aşağı yukarı birbirine yakın, putsch gerçekleşmese biri diğerini alt edecek figürleri anlamakta fayda var. Karşımızda olan şey bir putsch değil. İktidarın, kendini sürdürmek üzere yaptığı bir yığın otoriterleşme hamlelerinden de değil.

Bunun da benzeri, esasında demokratik lügatte ve örneklem dünyasında pek yok. Putin'in Rusya'da giriştiği, mütemadiyen süren bir demokratikleşme budamasıydı, Levitsky ve Way zaten bundan da bahsediyorlar: herhangi bir karakter bir demokratik alternatif olduğu anda yok edilmesi, bir alternatifin bile olmasına izin vermeme çabası, bunların hepsi rekabetçi otoriteryanizmin alamet-i farikaları. Fakat, Putin orada kalmayıp doğrudan olağanüst hal ilan ettiği bunu da savaşla süreğen kıldığı bir düz otoriteryanizme geçmeyi başardı. Benzerlikler var, fakat tam olarak değil. Buradaki daha ziyade gücün sınırsız tahakkümünü sağlamaya ve hâlihazırda rekabetçiliği de ortadan kaldırmaya çalışan bir nevi Latin Amerika diktatörlükleri -kısmen de Doğu Bloku'nun 1956 ve 1968 yıllarında Macar ve Çekoslovakya askeri müdahale dönemlerinden- tanık olduğumuz bir auto-golpe. Sürekli müdahaleyle toplumsal gerilimi, o gerilimin olası aktörlerini faal tutmak.

Bu gerilimin artık taşındığı son raddede, barışçıl kentsel protestolar yegâne tepki biçimine dönüşmüş durumda. İstanbul'un -veya herhangi bir şehrin- kentsel mekânı, Lefebvre'in "mekânın üretimi" teorisinde belirttiği üzere, sadece fiziksel bir ortam değil, aynı zamanda toplumsal ilişkilerin ve siyasi mücadelelerin üretildiği, dönüştürüldüğü ve yeniden üretildiği bir alandır. 2019 yerel seçimlerinde İmamoğlu'nun mahalle ölçeğindeki oy dağılımı, bu mekânsal pratiklerin siyasi yansımalarını ortaya koymaktadır. Özellikle kentin çeperlerindeki gecekondudan dönüşen mahallelerde (Bağcılar, Esenler, Sultanbeyli gibi) İmamoğlu'nun beklenmedik düzeyde destek alması, mekânsal ayrışmanın siyasi kutuplaşmayı mutlak bir şekilde belirlemediğini göstermektedir.

Mahalle ölçeğindeki oy dağılımının sosyo-ekonomik göstergelerle ilişkisi incelendiğinde, özellikle kent merkezindeki tarihi mahallelerde (Fatih, Eyüp, Üsküdar gibi) ve orta-sınıf semtlerde (Kadıköy, Beşiktaş, Şişli gibi) belirgin bir siyasi ayrışma gözlenirken, kentin çeperlerindeki gecekondudan dönüşen bölgelerde daha karmaşık bir oy dağılımı tespit edilmektedir. Bu durum, Castells'in (1977) "kolektif tüketim" (collective consumption) kavramı bağlamında, temel kentsel hizmetlere erişim, konut sorunu, ulaşım ve altyapı gibi gündelik yaşam pratiklerinin siyasi tercihler üzerindeki etkisini göstermektedir. 2024 seçimleri, Castellsçi -fakat eski dönem Castells'inden bahsediyoruz- bir kent sosyolojisinin Türkiye üzerinde hâlâ geçerli olduğunu, ülkenin demokratikleşme ihtimalinin merkezi kurumlardan değil, yerel yönetimlerden yani şehirlerden geçtiğini bir kere daha hatırlattı. CHP, tarihinin en başarılı sonucunu aldığı bu seçimlerden ülke çapındaki birinci siyasi parti olarak çıktı.

Ne var ki, otoriteryanizmin en belirgin ifadesi olan iktidar dışında farklı katmanlara müdahale etmek ve Levitsky'le Law'un ifade ettiği 4 şarttan özgür basının susturulduğu ve yürütmeye dayalı vesayetin tamamen etkin kılındığı yerde şehirlere dayanan bir demokrasinin kırılgan olduğu açıktı. Son 23 yılın birbiri üzerinde yükselen müdahaleler, plebisiter demokrasiyle, yasama ve yargının gücünün tamamen budanmasına dayanıyordu. Bu hamleleri hatırlayacak olursak, geçmişi 12 Eylül 2010 referandumuna kadar gider diyebiliriz. 12 Eylül 2010 referandumu işaret ettiği şeyin -demokratikleşmenin- dışında her şeymiş.

3 güçten -yasama, yürütme, yargı- birini tamamen devreden çıkarıp, ya gizli bir örgüte aktarmak ya da otoriter bir yürütmenin emrine vermeyi hedeflemiş. 17 Nisan 2017 referandumu da, yasamanın kalan gücünü elinden aldı ve iki anayasa referandumuyla Türkiye demokrasisinin sonuna gelmiş olduk.

Carl Schmitt, doğrudan Erdoğan için değil, fakat Erdoğan'ın kadrolarının en parlak kısımlarını oluşturanlar -politika yapıcılar- için siyasi hareketlerini en net ve doğrudan açıklayan kuramcıydı. Bu nedenle, bu düşünce biçiminin demokrasiye ne kadar büyük bir tehdit oluşturduğunu yıllardır ifade etmeye çalıştım. Schmitt'in kavramsallaştırdığı şey siyasetin düşmanlar hukukuna dayandığı, bize karşı hasmımız anlayışıyla hareket etmesi gerektiğiydi. Schmitt'i maalesef post-Marksistler popülerleştirdi ve Türkiye'de yaygınlaşmasını sağladı. Schmitt'in düşünceleri Necip Fazıl Kısakürek'in dünya görüşüyle -ve tabii arkaik suni Osmanlıcılıkla- birebir örtüşüyordu. İktidarın bir sonraki adımının ne olacağını anlamak istediğimde, Schmitt'in ne yapacağını düşünmek, şu son raddeye kadar en mantıklı ve makul hareketti.

Neoliberal Kentleşme ve Demokratik Potansiyeller

Brenner, Theodore ve Peck'in "aslında var olan neoliberalizm" (actually existing neoliberalism) kavramsallaştırmasından başlayarak, Türkiye'deki neoliberal kentleşme sürecinin, küresel ekonomik dönüşümlerle yerel kurumsal yapılar arasındaki etkileşimle şekillendiğini kabul etmeliyiz. Ben, buna, 2000'lerden itibaren Lefebvre'in neo-dirijizm, yeni-devletçilik dediği şeyi de eklemeye gayret ettim. Fakat bu neo-dirijizm, kamucu eski devletçiliğin aksine, elinden gelen bütün alet-edevatı, neoliberal bir aşırı birikime adamıştı. Özellikle 2002 sonrası dönemde, İstanbul'un kentsel mekânı, neoliberal politikaların test alanı haline gelmiş, kentsel dönüşüm projeleri, kamu arazilerinin özelleştirilmesi ve mega projeler aracılığıyla sermaye birikim süreçlerinin mekânsal düzlemi işlevi görmüştür.

İmamoğlu'nun 2019 yerel seçimlerindeki başarısı, bu neoliberal-neo-dirijist(yeni-devletçi) kentleşme sürecinin yarattığı çelişkilere karşı kentsel muhalefetin kristalleşmesi olarak değerlendirilebilir. Muhalefetin çok uzun zamandır ihmal ettiği kitlelere yöneldi İmamoğlu ve ekibinin çalışmaları, kent yoksulları ve bu yoksulların arasında hızla sayısı artan emekliler, gençler, özellikle üniversite öğrencileri ve kadınlar.

İstanbul, 2018 sonrası -bilhassa 2020 sonrası- irrasyonel ekonomi politikalarının, değersizleşen Türk lirasının, gerçeklikle ilgisi kalmamış resmi enflasyon rakamlarının, seçimler dışında bu enflasyonu da aşmayan ücret artışlarının üçlü baskısı altında çok kısa bir zaman zarfında yaşanmaz bir hale geldi. Paranın değer taşıma vasfını kaybetmesi nedeniyle, bir kez daha konut bankasına yönelen birikim, çok kısa bir sürede satılık ve kiralık konut fiyatlarında tarihte daha önce görülmemiş bir patlamaya tanık oldu. Daha sonra paylaşacağım, fakat İstanbul'da 2024 sonu itibariyle konut fiyatlarının batının gelişmiş bir çok şehrinden bir farkı kalmamış durumda. Oysa, ücretler hızla değer kaybetti.

Türkiye'de Asgari Ücret (2016-2025)

Notlar:

  • 2022 ve 2023 yıllarında asgari ücret yılda iki kez belirlenmiştir (Ocak-Haziran ve Temmuz-Aralık dönemleri).
  • 2024 yılından itibaren asgari ücret zammının yılda 1 defa olacağına karar verilmiştir.
  • 2025 yılı için yüzde 30 zam yapılması kararı verilmiştir.
  • TL değerleri sol eksende, USD değerleri sağ eksende gösterilmiştir.
  • Veri wikipedia makalesinden derlenmiştir: https://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrkiye%27de_asgari_%C3%BCcret

İstanbul'da yaşamanın maliyeti, yukarıda gördüğümüz asgari ücret ölçeğinin artık çok daha üzerinde yer alıyor. Konut kirasının en yoksul ve çeperdeki mahallelerde bile 20bin liradan başladığı durumda, 2010'lu yılların görece tabana yayılmış refahı hızla yerini yoksunluk, yoksulluk ve haksızlığa uğramışlık hissine terk ediyordu. Bu geniş işçi sınıfı kitlesi, asgari ücretin hemen üzerinde çalışmak zorunda kalırken, öncelikle sorumluyu sayıları yüzbinleri bulan -belki de milyonu geçmiş olabilir, elimizde kesin bir rakam yok- Suriyeli, Afgan vd. göçmenlerde gördü.

Harvey'in "kent hakkı" veya Asi Şehirler diye tanımladığını, zamanında derste okutamasam da, İstanbul'un farklı sosyo-mekânsal formasyonlarında yaşayan kentlilerin, kentin geleceğini demokratik yollarla belirleme talebini ilkin 2013'te Gezi Protestolarıyla görmüştük, bunun doğrudan ifadesi ise kazandığı 3 seçimin ardından haksız ve hukuksuz bir biçimde bütün kadrosuyla içeriye alınan Ekrem İmamoğlu'nun toplumda yarattığı destekte kendini buldu.

19 Mart müdahalesi, tam da bu demokratik potansiyelin yükselişine karşı otoriter bir tepki olarak okunabilir. Özellikle İmamoğlu'nun "israf düzeni" söylemi üzerinden kentsel yönetişimde şeffaflık ve hesap verebilirlik vurgusu, neoliberal kentleşmenin rant odaklı işleyişine alternatif bir yaklaşım sunmuştur. Bu bağlamda, 19 Mart müdahalesi, sadece bir siyasi figürün tasfiyesi değil, aynı zamanda kentsel mekânın demokratik kontrolüne yönelik toplumsal taleplerin bastırılması girişimi olarak da değerlendirilebilir. İmamoğlu, zaten Beylikdüzü belediye başkanlığından beri taşıdığı çalışkanlık, kamusal hizmetlerin hızla artırılması vasfını, bu sefer büyükşehir belediye başkanı olarak yıllardır durmuş olan metro hatlarını, şehrin kanayan yarası haline gelmiş -kimsenin binemediği- taksilerle, benim gibi İstanbul'un tarihi mirasına hayran mimarlık/sanat tarihçiliğine aşina insanlar içinse Mahir Polat'ın gerçekleştirdiği dünyada eşine az rastlanacak kadar titiz ve kapsamlı renovasyon/restitüsyon projeleriyle göstermişti.

Daha önemlisi, ilk seçiminde dile getirdiği şeydi, toplumsal olarak muhalefetten, muhalefetin ilgisizliğinden bitap düşmüş, siyasetten uzaklaşmış, bir nevi üzerine artık ölü toprağı serilmiş İstanbullu geniş kitlelere "herşey çok güzel olacak" sloganıyla umut aşılamıştı.

Umut, siyaset için herhalde en kurucu kavramdır. Daha kuramsal bir yerden bakacak olursak post-hakikat toplumunda, hakikate dair talebi ve düşüncesi kesinleşmemiş -ya da çoktan belirlenmiş- olan toplumsal kesimlerin, kentsel sorunlara pragmatik çözümler sunan yerel yönetim pratiklerini desteklemesi, İstanbul'daki siyasi dinamiklerin önemli bir boyutunu oluşturdu.

Yukarıdaki haritanın gösterdiği üzere, İmamoğlu'nun farklı siyasi, etnik, sınıfsal ve kültürel arka plandan gelen seçmenin desteğini alabilmesi, Türkiye'nin rekabetçi otoriteryanizmden düz otoriteryanizme -ve İslamcı motiflerin gücünü artırmasıyla basit dini bir totaliteryanizme- evrilen sisteme karşı bir umut eşiği ve direniş alanı oluşturdu.

Sonuç: Acil Demokrasi

19 Mart'ı takip eden günlerde, Türkiye hemen bütün büyük şehirlerinde Haziran 2013 Gezi protestolarından beri yaşamadığı ölçekte bir protesto dalgasıyla karşılaştı. Bu protesto dalgasının kendi kendine sönümlenmeyeceği açık açık ortaya çıkınca, önce geniş tutuklamalar, daha sonra şimdiki adıyla X, eski adıyla twitter üzerinden ifade hürriyetinin engellenmesine dair kapsamlı ve hayli ağır yaptırımlar uygulandığı kalan az sayıda bağımsız gazete ve gazetecilerin twitter hesapları tarafından haberleştirildi.

19 Mart müdahalesi, sadece 1990'larda benzeri görülmüş bir belediye başkanı ve çalışma arkadaşlarının gözaltına alınmasından ibaret değil; Türkiye'nin demokratik yörüngesinde kritik bir kavşak noktasını temsil ediyor. Tanık olduğumuz şey, yalnızca izole bir siyasi manevra değil, 2010 ve 2017 anayasa referandumlarından bu yana hızlanan demokratik kurumların sistematik bir şekilde aşınmasının doruk noktasıdır. Rekabetçi otoriteryanizmden daha yerleşik bir otoriter rejime geçiş, bir zamanlar dünyada istisnai demokratik model olarak görülen bir ulusun sosyal dokusunu ve ekonomik beklentilerini çözülme tehlikesiyle karşı karşıya bırakıyor. Bunun büyük kısmını toplumsal anomi, artan suç oranları, şiddetin gündelik hayatın parçası olması biçiminde zaten tanıyoruz.

19 Mart müdahalesini takip eden yaygın protestolar —2013 Gezi Parkı gösterilerinden bu yana en büyüğü— toplumsal hoşnutsuzluğun derinliğini ve Türkiye'nin geniş halk kesimleri arasında demokratik iradenin dayanıklılığını ortaya koyuyor. Büyük kent merkezlerini kapsayan fakat görece büyük taşra şehirlerinde de gerçekleşen bu gösteriler, yıllardır devam etmekte olan demokratik gerilemeye rağmen, siyasi çoğulculuk, hesap verebilirlik ve temsil talebinin Türkiye toplumunda derinden kök saldığını gösteriyor. 200 yıllık demokratikleşme macerasının da sonunun bu kadar basit bir müdahaleyle gerçekleşeceğine dair tahminleri yanlışladı.

Türkiye'nin bitmeyen ekonomik krizi, acımasız enflasyon oranları ve ücretler seviyesinde yaşanan keskin düşüşle görselleştirmeye çalıştığım üzere, demokratik gerileme ve maddi zorlukların birbirini kısır döngü içinde pekiştirdiği koşullar yaratmıştır. Veriler açıkça gösteriyor ki, ücretlilerin ekonomik refahı, nominal artışlara rağmen reel ücretlerin hızla düşmesiyle 2021'den bu yana önemli ölçüde bozulmuştur. İstanbul'da, konut maliyetlerinin çevre mahallelerde bile karşılanabilirliğin ötesinde fırladığı yerde, bu ekonomik baskı ve bu umutsuzluk iktidar kanadının beklemediği bir siyasi reaksiyonla yoğunlaştı.

Türkiye'nin demokratik mücadelesinin kentsel boyutu önemli. Anaakım sosyal bilimcilerin beklentilerinin aksine, Türkiye'de demokratikleşme tarihsel bir süreç olarak kırdan değil, sürekli kentten hareket etti. Bunda ülkenin büyük kısmının dünya-ekonomisine eklemlenmenin gerçekleştiği 18. ve 19. yüzyıllarda zaten küçük meta üreticisi olmasının payı yadsınamaz.

Şehir demek, çok uzun müddet boyunca kurum da demekti. Demografik çeşitliliğiyle tüm ülkeyi yansıtan İstanbul, demokratik mücadelenin kritik alanı olduğunu bir kere daha gösteriyor. İmamoğlu'nun farklı sosyo-mekansal oluşumlar genelindeki seçim başarısı, geleneksel siyasi, etnik ve sınıf ayrımlarını aşan demokratik koalisyonlar kurma potansiyelini göstermiştir.

Türkiye'nin demokratik bir yola acilen dönmesi, sadece normatif bir ideal olarak değil, çok yönlü krizlerin de üstesinden gelmek için pratik bir gereklilik olarak önem taşıyor. Yakın vadede demokratik bir restorasyona odaklanan muhalefetin şunlara yoğunlaşması beklenebilir:

  1. Yaklaşması artık muhtemel olmaktan çıkıp kesinleşmiş olan küresel ekonomik buhrana karşı toplumun en dezavantajlı kesimlerini desteklemeye yönelik acil ekonomi programı
  2. Yukarıda belirttiğimiz acil ekonomi programına ilaveten doğrudan istihdam destekleri, istihdamı devletin verimsiz ve güvenlik bazlı kısıtlılıklarından çıkarıp değer üreten alanlara yayma çabası
  3. Siyasi, dini ve kültürel farklılıklar genelinde kapsayıcı diyalog alanları yaratarak sosyal uzlaşma
  4. Çıkarcı, rant odaklı kalkınma -depremde bedelini ödediğimiz yüksek yoğunluklu yapılaşma- yerine şeffaf, katılımcı yönetişim tarafından belirlenen kentsel yenileme
  5. Giderek içinden çıkılmaz bir dengesizliğe sürüklenen dünya-ekonomisi içinde Türkiye'yi demokratik değerler ve normlarla uyumlu hale getirerek kalıcı ve ekonomik entegrasyonu içeren istikrar

19 Mart müdahalesine yanıt olarak sivil toplumun gösterdiği dayanıklılık, baskıcı önlemlere rağmen demokratik özlemlerin canlı kaldığını gösteriyor. Uluslararası dayanışma destekleyici bir rol oynayabilir, ancak nihayetinde Türkiye'nin demokratik geleceği, hesap verebilirlik, şeffaflık ve temsil talep etmeye devam eden vatandaşlarına bağlıdır.

Mevcut an hem ciddi tehlikeler hem de dönüşüm olasılıkları sunuyor. Lefebvre'in önerebileceği gibi, Türkiye'de demokratik alanın üretimi, "kent hakkını" en geniş anlamıyla —sadece kentsel kaynaklara erişim olarak değil, kolektif olarak kentleşme süreçlerini ve uzantısı olarak siyasi sistemi yeniden şekillendirme hakkı olarak— yeniden yorumlamayı gerektirecektir.

Sonuç olarak, Türkiye artık son yol ayrımına geldi. 19 Mart müdahalesinin temsil ettiği otoriter konsolidasyon, demokratik olasılıkları nesiller boyu kapatma tehdidine sahip. Ancak bu hamleye karşı yaygın sivil, pasif, ve barışçıl itirazlar demokrasiye dair arzunun kalıcılığını ortaya koyuyor. Türkiye'nin demokrasiye dönüşü sadece arzu edilebilir değil, aynı zamanda ekonomik refahı, sosyal uyumu ve uluslar topluluğundaki yeri için acilen gerekli. Sorun şu ki, bu demokratik potansiyel, şu anda gerçekleşmesini engelleyen yerleşik çıkarları ve kurumsal engelleri aşabilecek mi?

Türkiye'nin hemen şimdi demokrasiye ihtiyacı var. Bunun liberal, şöyle ya da böyle olması gerekmiyor, hatalı, eksik, noksanlı, defolu da olsa Bulutsuzluk Özlemi'nin bir zamanlar ifade ettiği gibi "Acil Demokrasi"ye ihtiyacı var.

Referanslar

Brenner, N., Peck, J. and Theodore, N. (2010) ‘Variegated neoliberalization: geographies, modalities, pathways’, Global Networks: A Journal of Transnational Affairs, 10(2), pp. 182–222.

Castells, M. (1977) The urban question : a Marxist approach. London: Edward Arnold (Social structure and social change ).

Esen, B. and Gumuscu, S. (2016) ‘Rising competitive authoritarianism in Turkey’, Third World Quarterly, 37(9), pp. 1581–1606. Available at: https://doi.org/10.1080/01436597.2015.1135732.

Esen, B. and Gumuscu, S. (2019) ‘Killing competitive authoritarianism softly: the 2019 local elections in Turkey’, South European Society and Politics, 24(3), pp. 317–342.

Harvey, D. (2001) ‘From Managerialism to Entrepreneuralism: the transformation in urban governance in late capitalism’, in Space of Capital: Towards a Critical Geography. New York: Routledge.

Harvey, D. (2015) Asi Şehirler. İstanbul: Metis Yayınları.

Jessop, B. (2002) The Future of the Capitalist State. Wiley.

Levitsky, S. and Way, L.A. (2002) ‘Elections without democracy: The rise of competitive authoritarianism’, Journal of democracy, 13(2), pp. 51–65.

Levitsky, S. and Way, L.A. (2010) Competitive authoritarianism: Hybrid regimes after the Cold War. Cambridge University Press.