Pre-Kovid Günlerinde Bir Japonya Gezisi Bölüm-I

Ani bir kararla başlayan Japonya yolculuğu, havalimanlarından Tokyo’nun labirent misali sokaklarına uzanan gözlemlerle, seyahatin kendisini bir zaman ve mekân deneyine dönüştüren bir keşfe dönüşüyor.

Pre-Kovid Günlerinde Bir Japonya Gezisi Bölüm-I
Tokyo İstasyonu, Marunouchi Cephesi — 2020 Şubat.

Ocak başında ani verilen bir kararla, Japonya’yı görmeye karar verdim. Her şeyde olduğu gibi, bu da ancak ani bir kararla yapılabilecek bir işti.

Yirmili yaşlarımın çok büyük bir kısmı Atlantik-aşırı uçak yolculuklarında geçtiğinden ötürü — otuz dört yaşıma kadar — saatlerce bir konserveden çelik kafesin içinde tıkılıp kalmaya kendimi alıştırdığım söylenebilir. Ne var ki, yıllar içinde, artık yavaş yavaş o eskinin alışkanlıkları ortadan kalkmaya başlıyor ve Gaziantep–Ankara gibi hafif sıklet bir uçuş bile (bir saat; türbülansla üç saat sürdüğü olmuştu) yorucu, sıkıcı ve bitmek bilmeyen bir eziyete dönüşüyordu. “Uçakların o eski halinden eser yok şimdi” dememi mazur görün; ya da ben artık çok da hazzetmiyorum. Nitekim, ilk uçağa yirmi yaşında bindiğimde büyülü bir deneyim olduğunu düşünmüştüm.

Türkiye’den Japonya’ya iki elle tutulur uçuş var(dı). Unutmayın, bütün bu satırlar kovid öncesi saadet dolu günlerimizi anımsamaya dair bir hatırlama pratiği de içeriyor. İlki, tabii ki Türk Havayolları’nın İstanbul’dan Narita’ya direkt uçuşu. 2000’lerin ortalarında THY’ye bir şeyler olduğunda, Swiss, Lufthansa ve KLM gibi bir sürü havayolundan çok daha iyi olduğunu fark etmiştim. American gibi köy otobüslerinden farkı olmayan şirketlerden bahsetmiyorum bile. Öte yandan, hep diğer havayollarından daha pahalıydı; Ocak başında bilet aramaya başladığımda da durum pek değişmemişti: THY gene en pahalı bileti satıyordu.

Eskiden, öğrenci ve genç olmanın verdiği avantajla inanılmaz ucuz biletler bulurdum. Kırk yaşında durum artık öyle değildi.

247 dolara bulduğum Swiss, Ankara–Zürih–JFK bileti bu konudaki en büyük zaferimdi diyebilirim. Oysa 2020 öyle değildi; sonradan fark ettim, Çin yeni yılına denk gelen seyahatim nedeniyle o hayalini kurduğum ucuz bileti elde etmek imkânsıza yakındı. THY 7500 lira civarıydı (gidiş–dönüş). Aeroflot 3500 fiyat veriyordu; ama Moskova’da saatler sürecek bir konaklamayı göze alamadım. En nihayetinde, Kore Havayolları’nın (Güney olanı) İstanbul–Seul–Tokyo biletinde karar kıldım. Esasında JAL istiyordum ama onun fiyatı THY’den bile fazlaydı. “Olsun,” dedim, “Kore Havayolları iyidir.” Her zaman olduğu gibi, kendimi, şartlara, zamana güvenmediğim için bilet fiyatının yüzde 12’sine denk gelen bir sigorta da alarak, 5000 TL civarına bileti edinmiş oldum.

Edinmek sıkıntı değil; son beş senedir en uzun yolculuğumu Londra’ya yapmışım ki o da Gaziantep–İstanbul’dan bir saat daha fazla sürüyor. İstanbul–Seul gidiş 10 saat, dönüş 12 saat. Üstüne iki buçuk–üç saatlik Seul–Tokyo ayağı da var meselenin. “Neyse,” dedim, “bir THY kadar cömert değillerse bile gene de kendimi Kore yemekleri ve Kore şarabıyla avuturum ve yolculuk bir şekilde biter.” Tabii, yolculuğun esas zor kısmının İstanbul’da evden çıkıp yeni havalimanına gitmek olacağını hiç aklımdan geçirmemiştim. Babam, 24.00’teki uçuşum için saat beş buçuk gibi evden çıkıp 19 servisine Kadıköy’den binmemi önerdiğinde, günümün ve yolculuğumun zannettiğimden çok daha uzun sürebileceğini fark etmiştim.

Yeni Havalimanı

Yeni Havalimanı, 2020.

Eskiden, 2000’lerin başında ilk uçmaya başladığım zamanlarda, havalimanlarımız bir yeis vesilesiydi. Eskimiş, Anadolu’nun dört bir yanına yayılmış otogarlardan farkı olmayan havalimanları, uçağa binmenin otobüs yolculuğundan pek bir farkı olmadığını söylerdi aslında bize. Ne ki, bilet fiyatları hiç de o söylenene uygun değildi. Esenboğa’yı 2000’lerin başlarında görenler ne demek istediğimi anlayacaktır: bir çayın 20 lira olduğu, ufacık, sıkış tıkış, her şeyin elle yapıldığı terminaller. İlk değişen Yeşilköy Atatürk oldu, sonra Ankara Esenboğa, sonra Sabiha Gökçen. Devasa yatırımlarla, bir noktadan sonra JFK’i bile köhne ve atıl bırakan havalimanları inşa edildi.

Türkiye’nin temel sorunlarından biri sanırım işi kararında bırakmak. Yeni İstanbul Havalimanı o kadar büyük ki gördüğüm başka hiçbir havalimanına benzemiyor. Frankfurt ilk açıldığında büyük gelirdi göze; Berlin Tegel, Sabiha Gökçen’in yanında bile ufacık kalır; JFK belki, ama onun da on ayrı terminali ve kendi monorayı vardır. Peru veya Arjantin havalimanları bizim 2000’lerdeki alanlara benzer. Yeni havalimanını kıyaslayacak bir ölçüt yok: çok büyük, çok ihtişamlı, çok uzak, çok parlak… Çok büyük demiş miydim? Kovid’den ve uluslararası hava taşımacılığının çöküşünden önce açılması ise epey talihsizlik olmuş.

En büyük sıkıntı tabii su. Evet, su. Koskoca havalimanında bir noktadan sonra kendimi “yağdır Mevlam su” derken bulacağımı hayal etmemiştim. Ağzını musluğa dayayıp lıkır lıkır su içmeye alışmış neslin son ahfadıyım herhalde; dışarıda suya para verme fikrine kendimi hiç alıştırmadım. Altı mı, beş mi, on lira mıydı su, gerçekten hatırlamıyorum. Halbuki istediğim sadece biraz suydu.

Seul, Incheon Havalimanı, Su Sebili
Suyu, Seul’e indiğimde kana kana içebildim. Hatta içerken biraz utandım bile. Türkiye’de ya hep ya hiç mi her şey diye düşündüm: ya musluğa kana kana ağzını dayarsın ya da plastik şişeden içersin. Son on senedir, su sebilini sadece Karadeniz köylerinde veya mezarlıklarda gördüğüm için bu kanaatim pekişti. Neden su içemeyelim ki?

Seul Incheon Havalimanı

Tamam, su içemiyoruz; peki neden bebeler rahat etmesin? Sadece havalimanları hakkında demiyorum; şehirlerde neden çocuklu aileler rahat yaşamıyor? Bütün bu “aile” övgüsüne rağmen, muhtemelen dünya üzerinde çocuklu ailelerin en kötü yaşadığı ülke olmaya devam ediyoruz. Kızımız daha küçükken en büyük sıkıntımız, bagaja verdikten sonra çocuk arabası olmadan bir yerden bir yere gitmekti. Incheon’da bu iş iyi çözülmüş: ücretsiz çocuk arabası kiralayabiliyorsunuz ve uçağa binerken kimseyi bekletmeden teslim ediyorsunuz.

Seul Incheon Havalimanı çocuk oyun alanı. Ücretsiz.

Seul, Incheon Havalimanı
Hiç güneş görmeden geçen bir günün sonunda KAL uçağını beklerken…

Seul Incheon Havalimanı uzunca süredir görmediğim kadar rahat, insancıl ve sakin bir mekândı. Ursula K. Le Guin’in “Changing Planes” adlı çok keyifli bir kitabı vardır. Adı bir kelime oyunu içerir: plane hem uçak hem düzlem demektir — uçak değiştirmek/düzlem değiştirmek. Havalimanı dertlerini “düzlem değiştirerek” çözen öykülerden oluşur; burada bahsedilen Sita Dulip de ilk düzlem değiştirmeyi başaran kişidir.

“THIS BOOK WAS WRITTEN when the miseries of air travel seemed to be entirely the doing of the corporations that ran the airports and the airlines, without any help from bigots with beards in caves. Spoofing the whole thing was easy. They were mere discomforts, after all. Things have changed, but the principle on which Sita Dulip’s Method is founded remains valid. Error, fear, and suffering are the mothers of invention. The constrained body knows and values the freedom of the mind.”

Ve işte pırıl pırıl bir havada Tokyo; en azından az bir kısmı — muhtemelen Chiba vilayeti.

1. Gün

Bir yıla yakın süredir Tokyo’da yaşayan kardeşimin beni havalimanından alması büyük rahatlık oldu. Her zamanki tedbirliliğimle, “kardeşim yaz gelemezse kendi yolumu bulayım” diye önce bir haftalık sınırsız mobil SIM kartımı aldım; onu hallettikten sonra Google Maps beni her yere götürür diye düşünüyordum. Neyse ki gerek kalmadı; zira telefonumun SIM yuvasını açamadım. Açmaya yarayan iğneyi Japon SIM’i aldığım dükkânda bulurum sanıyordum; ilerleyen günlerde fark edeceğim üzere, Japonya’da hemen hiç kimse İngilizce konuşmuyordu. Ben de Japonca bilmiyordum.

Tokyo’da iki havalimanı var: eski, küçük ve şehre yakın olan Haneda; büyük (ama Atatürk kadar büyük) ve uzak olan Narita. Ben Narita’ya indim; Japon havayolları ve belki bir THY uçuşu dışında Haneda’ya inen pek uçak yok. Haneda şehre çok yakın; Narita aslında Tokyo’da değil, Chiba vilayetinde ve cidden uzak. Gerçi trenle bir saat; saat başı ekspres var.

Tokyo’ya giderken pek iyi düşünmediğim bir şey olmuş: şehrin ne kadar devasa olduğuna hazırlıksızdım. Kardeşimle otobüse bindikten 45 dakika sonra hâlâ şehre yaklaşmadığımızı görünce dank etti. New York: sıkışık bir merkezin çevresine yayılmış çok geniş banliyö. Paris: dev bir merkez ve onu saran büyük banliyö hattı. Londra: ikisinin arası — nazik, nispeten küçük bir merkez ve devasa banliyöler. Tokyo: hem dev bir merkez hem de devasa bir banliyöler zinciri.

Tokyo metropol alanının nüfusu İstanbul’un iki katı; üstelik İstanbul’un dört katı bir alana yayılmış. 500T’yi düşünün, onu onla çarpın; bir uçtan öbür uca giderken yoğunluk ve mesafe böyle bir şey. Narita’dan otobüsle gittiğimiz hâlde bir türlü yaklaşamadığımızdan, şehrin büyüklüğünü yavaş yavaş kavradım.

Narita haritanın sağında; haritaya sığdığına bakmayın, 50 km x 40 km’lik bir alan.

Otobüsten indikten sonra iki kez daha trene bindik ve nihayet biraderin evine ulaştık. Evler, Japonya konusunda en çok spekülasyon yapılan yerlerin başında geliyor. Kardeşimin evinin fotoğrafını enteresan biçimde çekmemişim. Yeni yapılmış bir apartman bloğunda, şehrin görece eski mahallelerinden birinde kalıyordu. Oshiage Kulesi’ne (Skytree) bakan bir blok. 30 m² civarı brüt alan, 2 m² balkonu vardı. Sigara içenler için elzem bir şey balkon, ondan birazdan bahsederim.

Evlerin eskiliği sizi şaşırtabilir; beni de şaşırtmıştı. Oshiage Kulesi’yle başlayan bir kentsel dönüşüm çabasının ürünü bu apartman. Nüfus çok yaşlı; apartman Sumida denilen mahallenin bir kısmının ticaret alanına bakıyor; otomobille girmek yasak. Dükkanlar günde sadece birkaç saat açık: akşam yemeği vakti ve sabah çok erken. Altında bir süpermarket var, o 24 saat açık. Kentsel doku: iki–üç katlı, bir kısmı gecekondu denilebilecek epey eski, bir bölümü yeni onarılmış yüzlerce sokak. Pek çoğu çıkmaz; ekserisi evlerin arasındaki yollardan farklı değil, bildiğiniz arka sokaklar.

İlk akşam istasyondan eve 20 (bavulla 30) dakikalık yürüyüşte, başında iki polis olan bir adam gördük. “Sokaklar da amma hareketliymiş,” dedim. Kardeşim güldü: “Bir yıldır ilk defa böyle bir şey görüyorum.” Sarhoş yere yığılmış; komşular polisi çağırmış. Anladığım kadarıyla her vakaya üç polis birden geliyor: biri sokağı gözlüyor, ikincisi vakayla ilgileniyor, üçüncüsü etraftakileri bilgilendiriyor. Bir numaralı gözlemci de bizim gibi sigara içtiği için — ve uğraşmaları gereken bir sarhoş olduğundan — “iyi akşamlar” deyip geçtik. Yani “yolda sigara içtin, basarlar cezayı” biraz abartı; metro önündeki duman odacıklarının dışında püfür püfür içersen ceza var elbet. Onun dışında Tokyo, tahmin ettiğim üzere epey “duman canlısı” bir yer. Yine de polisin de başını yakmayalım; o da askerde bizim yaptığımız gibi gizli gizli içiyordu.

Gelelim eve. Girişte bir kademe var; girişle evin geri kalanı arasında kot farkı. Yıllardır memleketin mimarlarına anlatmaya uğraştığım mesele Japonya’da çoktan çözülmüş: eve asla ayakkabıyla girilmiyor; ev terliği ayrı, tuvalet terliği ayrı. Buna rağmen kimse ayakkabıları kapı önünde bırakmıyor; girişte ayrı bir sahanlıkta çıkarılıp ev terliği giyiliyor.

Sadece ev terliği değil; klasik Japon lokantaları da ayakkabı çıkarttırıyor ve dizüstü oturulan, bizim yer sofrasına benzeyen düzen var. Hamamda da aynı: daha bilet ödemeden ayakkabılar çıkıyor.

Evler bildiğiniz üzere küçük. Ufacık bir adada devasa nüfus yaşıyor (son baktığımda 125 milyon); bunun neredeyse 30 milyonu Tokyo’da. Yer yok. 2000’lerin başında hocalarımız “sadece Tokyo merkezinin gayrimenkul değeri ABD’nin tüm gayrimenkul bedeline eşdeğer” gibi bir anekdot anlatırdı — doğruluğunu test etmedim ama Japonya’yı deflasyona götüren sürecin gayrimenkul spekülasyonuyla başladığı iktisatçılar arasında uzun uzadıya yazıldı.

Girişten hemen sonra tuvalet; banyoda tuvalet yok ve yan yana bile değiller. Buna karşılık banyo beklenmedik derecede büyük: ayrı küvet, ayrı duş alanı. Tasarım açısından küçücük evde tuvaleti ayırmak ve banyoya sembolik bir hacim vermek mekân israfı gibi görünebilir. Sonuçta mutfak–antreyi geçip yatak/oturma odasına girince, yer yatağını da serince adım atacak yer kalmıyor. Biraderin dediğine göre pek çok arkadaşı için bu bile “nispeten büyük” bir evmiş.

Akşam, marketten aldığım fevkaladenin fevkinde hazır suşileri mideye indirip bir duble Japon viskisi yudumladıktan sonra soğuk Tokyo akşamında jet lag’li kafamı yastığa koydum.

Sabah o işe gitmişti; ben de sunum üzerinde çalıştım, öğrenci e-postalarını yanıtladım. Google Maps’ten rotayı alıp ilk gün yalnız takılmaya çıktım: hedef Akihabara/Akiba.

Akihabara’ya yolculuk

“Google Maps elimizde, biz gideriz Akiba’ya” demek kadar kolay değil. Bir: kimse İngilizce konuşmuyor (en azından bizim civarda). Şehir merkezinde “konuşuyorum” diyenlerle bile konuşmak zor. Merkezde değilseniz hiçbir yerde İngilizce tabela yok. Kabaca Google Maps’in eline kaldım.

İkinci zorluk: inanılmaz grift sokak yapısı. Izgara plan yok; rasyonel bir sistem de takip edilmiyor. Hayatta ilk defa, gezdiğim bir şehirde kayboldum — üstelik Oshiage Kulesi’ne baka baka ona erişmeye çalışırken. Tahminim, II. Dünya Savaşı yıkımından sonra mülkiyet yapısı değişmeden korundu; bu yüzden savaş öncesi kentleşmenin devamı niteliğinde, Hmax ve emsal sınırları içinde inşa sürmüş.

Elektrik direklerinden kaçış yok; deprem yönetmeliği nedeniyle hatların çoğu yer üstünde (en azından merkez dışı bölgelerde).

Bu küçük ve güzel kei-car’a bakınca aklıma şu geldi: şehirde hemen hiç Toyota Corolla görmedim desem yeridir. Toyota/Honda/Mitsubishi’nin en “dev” modelleri pek görünmüyor; taksilerin hepsi Toyota ama bizde üretilen eski Renault 21’leri andıran modeller. Yarısında annelerimizin nakış işleri gibi koltuk örtüleri var. Sokaklardaki otomobillerin ezici çoğunluğu ufak araçlar.

Belki bu yüzden kaybolsanız bile sokakları arşınlamak keyifli: dev arabalar değil, Güliver’in cüceler ülkesindeki minnak araçlar arasında yürüyorsunuz. Yaya geçidinde durmayan araç görmediğim gibi (beni saymazsanız) kırmızıda geçen yaya da yok.

Google Maps beni döndüre döndüre yürütüp bir metroya indirdi; bir durak sonra Oshiage’de indim. Yanlış çıkıştan çıkıp yarım saat dolandıktan sonra Akihabara’nın iki meşhur elektronik dükkânından birini buldum: Bic Camera.

Akihabara, Yazıcıoğlu İşhanı etrafı henüz palazlanmadan 50 yıl önce Tokyo’nun elektronik/bilgisayar bağrıymış. Artık o hava kalmamış; mini etekli kızların buyur ettiği kafeler, yuvarlak sürpriz yumurta otomatları, dev anime dükkânları… Anime sevmem; o kızların Tokyo ayazında insanları saçma sapan kafelere çağırmasına üzülürüm; otomatları da anlamadım.

“Bic Camera” (Bikku Kamara okunur) Teknosa–MediaMarkt çizgisinde ama Japonya standardında bile devasa. İçeride kategoriler katlara dikey dağıtılmış: 1. kat laptoplar, 2. kat kameralar/tabletler, 3. kat kamera ekipmanı, 4. kat PlayStation/animeler vs. Hayatta gördüğüm en yorucu dükkândı: her katta mağazanın farklı bir radyosu, farklı hoparlörlerden yayın. Dakikada bir jingle: “Bikku, Bikku, Bikku Kamara…” Elektroniği çok sevmeme rağmen yarım saat dayanabildim; kendimi zorlayıp geri girdim, jingle’ı duyar duymaz yine dışarı attım.

Küçükken Tsubasa’nın “çok tekrar” olduğundan TRT’nin bize özellikle eziyet ettiğini sanırdım. Sonra Lost in Translation ve Evangelion’la mükerrer gürültülerin kültürün parçası olduğunu düşünmeye başladım: tekrardan kurulu bir kültür. Amerika’da da her şey tekrar edilir; 20 dakikalık dizide 20 dakika reklam, her beş dakikada bir özet… O nedenle bir vakit “Orwellci 1984 aslında Sovyetler değil, biteviye tekrardan hoşnut Amerika’dır” diye düşünmüştüm. Yeter ulan; anladık, Bikku Kamara en süper mağaza.

Tabii Japon kültürü aynı zamanda inanılmaz elitist; klasik sanatlar müzesinde 4–5 saat geçirdim; on dakika bile çok kapalı, grift bir ilişki ağını ima etmeye yeterdi. Suçu Amerikalılara atmak kolaycılık olur; ama bir sürü şey de o kadar “Amerikalı” ki: aynanın öte yanındaki Amerika.

Akiba’nın bir diğer görünüşü: trafik soldan akıyor, unutmayın.

Bir de kimsenin “normal şartlar altında” inanamayacağı bir genç kız kültü var. Kişilik kültünü bilirsiniz; burada meta kültürü genç kız imgesi üzerine kurulu. Japonya’nın fevkalade ataerkil bir düzen kurduğunu çok okudum/işittim; bu düzenin en yılmaz sembolik şiddet unsuru genç kız kültü. Bir fotoğraf daha görsem kusacağım noktasına geldim. Rüzgârla eksi 2/3 hissedilen ayazda “kafemize gelin” diyen kızlar aklıma geliyor. Fotoğraflarını çekmedim: bir, kurban kültü yaratma çekincesi; iki, daha doğal bir korku — kolumdan tutup “gel” demeleri.

Velhasıl, birinci günüm, dört defa ana istasyondaki sigara hücresinde mola vererek böyle geçti. Yetmezmiş gibi eve de yürüyerek döndüm — günlük 20 km’yi tamamlamışımdır.

Yorgunluğun bir noktasında “Hiç olmazsa şu köprüyü de geçeyim” diye kendi kendime gaz verirken, jet lag’in sürdüğünü ve öğle yemeği de yemediğimi fark ettim. Bir kenara kıvrılıp eksi üç derecede uyumayayım derken, ders kitaplarında “postmodern mimari” denince geçen şu sarı tuhaf şeyi gördüm: öndeki Sumida Nehri; bu havuç mu, zencefil mi bilmem nesne, biranın köpüğünü temsil etsin diye Asahi’nin genel merkezine yaptırdığı bir tasarım parçasıymış. Postmodernizmle çok ciddi sorunum yok — ama bu bira köpüğü değil, havuç hiç değil. Ne olduğunu bilmiyorum.

Eve vardığımda birader benden önce gelmişti; o da yorgundu. “İlk akşam evdeyiz” diye düşünürken, “oturmaya mı geldik?” baskılarıma dayanamayınca dışarıda yemeye karar verdik. Böylece ikinci gün başladı.

İzakaya’da ve hayatımda yediğim, hayatımın en iyi sashimi olduğunu düşündüğüm sashimi (rasyonel açıdan bakarsak hatalı değilim).

İkinci Gün: İzakaya’ya Giriş

İzakaya, Japonya hakkında en çok sevdiğim şey oldu galiba. Amerika günlerimden beri balık, az pişmiş/pişmemiş ve envai çeşit Asya yemeğine büyük hayranlığım var. Bir kısmı sebzeyi çiğe yakın dirilikte sevmemle ilgili; diğer kısmı Türkiye mutfağına en yakın bulmamla (halbuki Meksika daha yakındır).

Suşileri yedişer sekizer mideye indiren bir karakterdim doktora günlerimde; ama o kadar abartılı ve acılı yemekten ötürü suşi zevki geliştirememiş olmam anlaşılır.

İzakaya dediğimiz şey, mahalle kahvesiyle çok eski mahalle meyhanesi arasında bir yer. Gittiğim izakaya’da 20 kişiye yetecek kadar yer yoktu; 15 kişi zor sığıyordu. Bizi almayacaklardı; biraderin Japoncası sağ olsun, aşılmaz Japon mesafesini kırdık (buna sonra döneceğim).

İnanılmaz servis ve nezaket, güler yüz, kibarlık ve Türkiye’de hiçbir yerde görmediğimiz bir mutfak vardı; üstelik bu “en iyilerden” değil, ortalaması bile değil — en basitlerindendi.

Buraya kadar okuduysanız teşekkür ederim. Dört bin kelimeyi buldum sanırım. Bundan sonrasını ikinci kısımda anlatacağım. “Adam ne kadar geveze; iki günü bile beş bin kelimede anlatmış,” diyorsanız haklısınız. Ve maalesef, Tokyo’daki bu kısa seyahatim hakkında daha on beş bin kelime yazabilirim. Üçüncü ve müteakip günler daha da heyecanlıydı.