Pre-Kovid Günlerinde Bir Japonya Gezisi Bölüm-I
Ocak başında ani verilen bir kararla, Japonya’yı görmeye karar verdim. Herşeyde olduğu gibi, bu da ancak ani bir kararla yapılabilecek bir işti.
Yirmili yaşlarımın çok büyük bir kısmı Atlantik-aşırı uçak yolculuklarında geçtiğinden ötürü -otuz dört yaşıma kadar- saatlerce bir konserveden çelik kafesin içinde tıkılıp kalmaya kendimi alıştırdığım söylenebilir. Ne var ki, yıllar içinde, artık yavaş yavaş o eskinin alışkanlıkları ortadan kalkmaya başlıyor ve Gaziantep-Ankara gibi hafif sıklet bir uçuş bile (bir saat, türbülansla üç saat sürdüğü olmuştu) yorucu, sıkıcı ve bitmek bilmeyen bir eziyete dönüşüyordu. Uçakların o eski halinden eser yok şimdi dememi mazur görün; ya da ben artık çok da hazzetmiyorum. Nitekim, ilk uçağa yirmi yaşında bindiğimde büyülü bir deneyim olduğunu düşünmüştüm.
Türkiye’den Japonya’ya iki elle tutulur uçuş var (dı). Unutmayın, bütün bu satırlar kovid öncesi saadet dolu günlerimizi anımsamaya dair bir hatırlama pratiği de içeriyor. İlki, tabii ki Türk Havayolları’nın. İstanbul’dan Narita’ya direkt uçuşu. 2000’lerin ortalarında THY’ye bir şeyler olduğunda, Swiss, Lufthansa ve KLM gibi bir sürü havayolundan çok daha iyi olduğunu fark etmiştim. American gibi köy otobüslerinden farkı olmayan şirketlerden bahsetmiyorum bile. Öte yandan, hep diğer havayollarından daha pahalıydı, Ocak başında bilet aramaya başladığımda da durum pek değişmemişti, THY gene en pahalı bileti satıyordu.
Eskiden, öğrenci ve genç olmanın verdiği avantajla inanılmaz ucuz biletler bulurdum. Kırk yaşında durum artık öyle değildi.
247 dolara bulduğum Swiss, Ankara-Zürih-JFK bileti bu konudaki en büyük zaferimdi diyebilirim. Oysa 2020 öyle değildi, sonradan fark ettim, Çin yeni yılına denk gelen seyahatim nedeniyle, o hayalini kurduğum ucuz bileti elde etmek imkansıza yakındı. THY 7500 lira civarıydı -gidiş-dönüş. Aeroflot 3500 fiyat veriyordu. Ama Moskova’da saatler sürecek bir konaklamayı göze alamadım. En nihayetinde, Kore Havayolları’nın (Güney olanı) İstanbul-Seul-Tokyo biletinde karar kıldım. Esasında JAL istiyordum, ama onun fiyatı THY’den bile fazlaydı. Olsun dedim, Kore Havayolları iyidir. Her zaman olduğu gibi, kendimi, şartlara, zamana güvenmediğim için bilet fiyatının yüzde 12’sine denk gelen bir sigorta da alarak, 5000 TL civarına bileti edinmiş oldum.
Edinmek sıkıntı değil, son beş senedir en uzun yolculuğumu Londra’ya yapmışım, ki o da Gaziantep-İstanbul’dan bir saat daha fazla sürüyor. İstanbul-Seul gidiş 10 saat, dönüş 12 saat. Üstüne, iki buçuk üç saatlik Seul-Tokyo ayağı da var meselenin. Neyse dedim, bir THY kadar cömert değillerse bile gene de kendimi Kore yemekleri ve Kore şarabıyla avuturum ve yolculuk bir şekilde biter diye düşündüm. Tabii, yolculuğun esas zor kısmının, İstanbul’da evden çıkıp yeni havalimanına gitmek olacağını hiç aklımdan geçirmemiştim. Babam saat 24’teki uçuşum için saat beş buçuk gibi evden çıkıp 19 servisine Kadıköy’den binmemi önerdiğinde, günümün ve yolculuğumun zannettiğimden çok daha uzun sürebileceğini fark etmiştim.
Yeni Havalimanı
Eskiden, 2000’lerin başında ilk uçmaya başladığım zamanlarda, havalimanlarımız bir yeis vesilesiydi.
Eskimiş, Anadolu’nun dört bir yanına yayılmış otogarlardan bir farkı olmayan havalimanları, uçakla bir yerden bir yere gitmenin otobüs yolculuğundan pek bir farkı olmadığını söylerdi aslında bize. Ne ki, uçak bileti fiyatları hiç de o söylenene uygun değildi. Esenboğa havalimanını 2000’lerin başlarında görenler ne demek istediğimi anlayacaktır. Bir çayın 20 lira olduğu, ufacık, sıkış tıkış, her şeyin elle yapıldığı terminaller. İlk değişen Yeşilköy Atatürk havalimanı oldu, sonra Ankara Esenboğa değişti, sonra Sabiha Gökçen. Devasa yatırımlarla, bir noktadan sonra, JFK’i bile köhne ve atıl bırakan dev havalimanları inşa edildi.
Türkiye’nin temel sorunlarından birisi, sanırım gündelik dilde, işi kararında bırakmak sorunu. Yeni İstanbul havalimanı o kadar büyük ki, gördüğüm başka hiçbir havalimanına benzemiyor. Frankfurt, ilk açıldığı zamanlarda büyük gelirdi göze, Berlin Tegel, Sabiha Gökçen’in yanında bile ufacık kalır, JFK belki, ama onun da on tane -atıyorum- ayrı terminali, kendine ait bir havalimanı monorayı vardır. Peru veya Arjantin havalimanları bizim 2000’lerdeki alanlara benzerler. Yeni havalimanını kıyaslayacak bir ölçüt yok, çok büyük, çok ihtişamlı, çok uzak, çok parlak, çok büyük demiş miydim? Kovid’den ve uluslararası hava taşımacılığının çöküşünden önce açılması ise epeyi büyük bir talihsizlik olmuş.
En büyük sıkıntı tabii, su. Evet, su. Koskoca havalimanında bir noktadan sonra, kendimi yağdır mevlam su derken bulacağımı hiç hayal etmemiştim. Ben ağzını musluğa dayayıp da lıkır lıkır su içmeye alışmış neslin son ahfadı olduğumdan herhalde, dışarıda suya para verme fikrine kendimi hiç alıştıramadım. Altı lira mı, beş lira mı, on lira mıydı su, gerçekten hatırlamıyorum. Halbuki istediğim sadece biraz suydu.
Suyu, Seul’e indiğimde kana kana içebildim. Hatta içerken biraz utandım bile diyebilirim. Türkiye’de ya hep ya hiç mi her şey diye düşündüm. Yani ya musluklara kana kana ağzını dayarsın ya da plastik şişeden içersin. Son on senedir, su sebilini sadece bizim Karadeniz köylerinde veya mezarlıklarda gördüğüm için bu kanaatim daha da pekişti diyebilirim. Neden su içemeyelim ki?
Tamam, su içemiyoruz, pekiyi neden bebeler rahat etmesin. Sadece havalimanları hakkında demiyorum ancak şehirlerde neden çocuklu aileler rahat yaşamıyor. Bütün bu aile övgüsüne rağmen, muhtemelen dünya üzerinde çocuklu ailelerin en kötü yaşadığı ülke olmaya devam ediyoruz. Kızımız daha küçükken, en büyük havalimanı sıkıntılarımızdan birisi, bagaja verdikten sonra çocuk arabası olmadan bir yerden bir yere gitmekti. Seul Incheon havalimanında bu iş iyi çözülmüş. Ücretsiz olarak çocuk arabası kiralayabiliyorsunuz, uçağa gitme zamanı gelince de kimseyi bekletmeden -kendiniz de beklemeden- uçağa binebiliyorsunuz.
Seul Incheon Havalimanı uzunca süredir görmediğim kadar rahat, insancıl ve sakin bir mekândı. Ursula K. LeGuin’in “Changing Planes” adında çok keyifli bir kitabı vardır. Kitabın adı esasında bir kelime oyunu içerir, plane, hem uçak, hem de düzlem demektir. Uçak değiştirmek ya da düzlem değiştirmek. Havalimanı dertlerini, düzlem değiştirerek çözen bir seri öyküden oluşur kitap, burada bahsedilen Sita Dulip de ilk düzlem değiştirmeyi başaran kişidir.
“THIS BOOK WAS WRITTEN when the miseries of air travel seemed to be entirely the doing of the corporations that ran the airports and the airlines, without any help from bigots with beards in caves. Spoofing the whole thing was easy. They were mere discomforts, after all. Things have changed, but the principle on which Sita Dulip’s Method is founded remains valid. Error, fear, and suffering are the mothers of invention. The constrained body knows and values the freedom of the mind.”
1. Gün:
Bir yıla yakın bir süredir Tokyo’da yaşayan kardeşimin beni havalimanından alması büyük rahatlık oldu. Her zamanki tedbirliliğimle, kardeşim yaz gelemezse diye ben her takdirde kendi yolumu bulayım diye önce bir haftalık sınırsız mobil sim kartımı aldım, onu hallettikten sonra Google Maps beni her yere götürür diye düşünüyordum. Neyse ki Google Maps’e gerek kalmadı, zira telefonumun sim kısmını açamadım. Açmaya yarayan kısmı Japon sim kartımı aldığım dükkanda bulurum zannediyordum, ilerleyen günlerde fark edeceğim üzere, Japonya’da hemen hiç kimse İngilizce konuşmuyordu. Ben de, Japonca bilmiyordum.
Tokyo’da iki havalimanı var, eski, küçük ve şehre yakın olanı Haneda, büyük -ama Atatürk havalimanı kadar büyük- ve uzak olanı ise Narita. Ben Narita’ya indim, Japon havayolları ve belki THY’nin bir uçuşu dışında da Haneda’ya inen uçak yok. Haneda şehre çok yakın, Narita aslında Tokyo’da değil, Chiba vilayetinde ve cidden uzak. Gerçi, trenle bir saat sürüyor Chiba ve saat başı ekspres tren var Narita’ya giden.
Tokyo’ya giderken pek iyi çalışmadığım bir tek şey olmuş, şehrin ne kadar büyük, ne kadar devasa, ne kadar uçsuz bucaksız olduğunu düşünmemişim bile. Kardeşimle havaalanından otobüse bindiğimizin üzerinden kırk beş dakika geçtikten sonra hâlâ daha şehre yaklaşmadığımızı anlayınca bu durumu fark etmeye başladım. New York şehri, çok sıkışık bir merkezin etrafında çok ama çok geniş bir banliyödür; Paris dev bir şehir merkezinin etrafındaki büyük bir banliyö hattından oluşur; Londra ikisinin arasında bir yerlerdedir nazik ve nispeten küçük bir şehir merkezinin etrafında devasa bir banliyöler dizisidir. Tokyo, hem dev bir şehir merkezi, hem de devasa bir banliyöler zinciriydi.
Tokyo metropolitan alanının nüfusunun İstanbul nüfusunun iki katı olduğunu düşünürseniz ve bu insanların İstanbul’un dört katı kadar bir yere yayıldığını da göz önüne alırsanız bahsettiğimin ne kadar korkunç bir büyüklük olduğunu hayal etmeye başlayabilirsiniz. 500T’yi düşünün, onu onla çarpın, Tokyo’nun bir ucundan öbürüne giderken geçeceğiniz yoğunluk ve mesafe bunun gibi bir şey işte. Narita’dan Tokyo’ya otobandan bir otobüsle gitmemize rağmen bir türlü yaklaşamadığımızdan hafif hafif şehrin ne kadar büyük olduğunu kavramaya başladım.
Otobüsten indikten sonra iki defa daha trene bindik ve en nihayetinde biraderin evine ulaşabildik. Evler, Japonya konusunda en fazla spekülasyon yapılan yerlerin başında geliyor. Enteresan bir biçimde, kardeşimin evinin fotoğrafını çekmemişim. Yeni yapılmış bir apartman bloğunda, şehrin görece eski mahallelerinden birinde kalıyordu. Oshiage Kulesi’ne -aşağıda gördüğünüz kule- (Skytower, İngilizcesiyle) bakan, bir apartman bloğuydu. 30 metrekare sanırım toplam brüt alanı, iki metrekarelik de bir balkonu vardı. Sigara içenler için elzem bir şey balkon, ondan da birazdan bahsederim.
Evlerin eskiliği sizi şaşırtabilir, beni de şaşırtmıştı. Şehrin görece eski alt-orta sınıf mahallelerinden birinde Oshiage Kulesi’yle başlayan bir kentsel dönüşüm çabasının ürünü biraderin kaldığı apartman. Nüfus çok yaşlı, apartman hemen Sumida denilen mahallenin bir kısmının ticaret alanına bakıyor, otomobille buraya girmek yasak. Ancak dükkanlar günde sadece birkaç saat açık: akşam yemek vakti ve sabah çok erkenden fırın gibi işliyorlar. Apartmanın altında bir süpermarket var gerçi, o yirmi dört saat açık. Şehrin bu bölümünde umumi kentsel doku aşağıda görebileceğiniz gibi.
İki üç katlı, bir kısmı gecekondu bile denilebilecek, epeyi eski, bir bölümüyse yeni onarılmış yüzlerce sokak. Pek çoğu çıkmaz sokak, ekserisi evlerin arasındaki yollardan farklı değil, bildiğiniz hemen her yer arka sokaklar. İlk akşamda, tren istasyonundan biraderin evine yirmi dakika -bavulla otuz- süren yürüyüşümüzü yaparken, bir adamın başında iki polis gördük, sokaklar da amma hareketliymiş ya dedim. Kardeşim güldü, bir yıldır ilk defa böyle bir şey görüyorum dedi. Sarhoşun teki yere yığılmış kalmış, belli ki komşular da polisi çağırmış, sarhoş kalkmaya çalışıyordu fakat pek de başarılı olacak gibi değildi.
Bu sahneden saniyeler evvel, biradere bir sigara içelim, ama sokakta yasakmış yahu dedim. İn cin top oynuyor, yak bir sigara sokak arası, kimse görmez cevabını verdi. Sigarayı tam yaktım, polisleri gördük tabii. Anladığım kadarıyla, her polis vukuatına üç polis birden geliyor. Birisi sokağı gözlüyor, ikincisi vakayla ilgileniyor, üçüncüsü de etraftaki insanları bilgilendiriyor. Bir numaralı gözlemci arkadaş da bizim gibi sigara içtiği için -ve uğraşmaları gereken bir sarhoşları olduğundan ötürü herhalde- iyi akşamlar deyip hep beraber dumanları havaya üfleye üfleye olay mahallinden geçip gittik. Yani, yok sigara içtin basarlar cezayı, biraz abartı; metro durağının önünde insanlar ufacık odacıklara hapsolmuş dumanla zehirlenmeye çalışırken, tabii püfür püfür içersen cezayı yersin. Onun dışında, Tokyo, tahmin ettiğim üzere epeyi duman canlısı bir yer. Yine de, polisin de başını yakmayalım; o da askerde bizim yaptığımız gibi gizli gizli içiyordu.
Gelelim eve, zira mahalleden ve kentsel dokudan bol bol bahsedeceğim. Evin girişinde bir kademe var ve girişle evin geri kalanı arasında bir kot farkı bulunuyor. Yıllardır memleketimizin mimarlarına ve tasarımcılarına anlatmaya uğraştığım mesele, Japonya’da çoktan çözülmüş. Türkiye gibi eve asla ve katiyen ayakkabıyla girmeyen, ev terliği ayrı, tuvalet terliği ayrı bir toplum Japonya. Buna rağmen kimse ayakkabıları kapının önünde bırakmıyor, çünkü girişte ayrı bir sahanlıkta ayakkabılar çıkarılıp, ev terlikleri giyilip evin içine giriliyor.
Sadece ev terliği meselesi değil, çok klasik Japon lokantaları da -mesela konuşma yaptığım günün sonunda Japon akademisyen meslektaşlarımla gittiğim Soba lokantasında- ayakkabı çıkarttırıyor ve dizüstü oturup bizim yer sofrası benzeri bir yerde yemek yeniyor. Üçüncü gün gittiğimiz tarihi/geleneksel Japon hamamında da aynı şekilde ayakkabılar daha bilet ödemesi yapılmadan çıkarttırılıyor.
Neyse, evler bildiğiniz üzere çok küçük. Zaten ufacık bir adada devasa bir nüfus yaşıyor -125 milyondu son baktığımda- ama bu nüfusun da neredeyse 30 milyonu Tokyo şehrinde yaşıyor. O nedenle yer yok. Hatta, Japonya nasıl battı meselesinden bahsederken hocalarımız 2000’lerin başında aklımdan bir türlü çıkmayacak, sadece Tokyo merkezinin gayrimenkul değerinin ABD’nin tüm gayrimenkul bedeline eşdeğer olacağını anlatmışlardır. İddianın doğruluğunu sonradan test edemedim, ancak Japonya’yı deflasyona gitmesini sağlayan sürecin gayrimenkul spekülasyonuyla başladığı uzun uzadıya yazılıp çizilen bir mesele, bilhassa iktisatçılar arasında.
Girişte ayakkabı çıkarıldıktan hemen sonra tuvalet yer alıyor. Ve Türkiye’de eski apartmanlarda da görebileceğiniz üzere -Ankara’da Yeşilyurt sokakta oturduğumuz bir ev öyleydi mesela- banyoda tuvalet bulunmuyor. Ayrıca, tuvaletle banyo yan yana bile değil, aralarında epeyi bir mesafe -artık ne kadar olabilirse- var. Buna ek olarak, banyo, İstanbul’da yaşadığım bir çok küçük evin ve Bursa’da Görükle’de oturduğum pek çok stüdyo dairenin aksine devasa bir hacme sahip. Ayrı bir küveti var, duş alma yeri var. Tasarım açısından bakarsanız, zaten küçücük olan evde, tuvaleti ayırmak ve banyoyu böylesine sembolik bir hacme kavuşturmak mekânın israfı anlamına geliyor belki. Sonuçta, mutfak-antreyi geçtikten sonra yatak odası-oturma odasına girdiğimizde, yer yatağını da serdikten sonra evde adım atacak yer kalmadı. Biraderin söylediğine göre, pek çok arkadaşı için bu bile nispeten büyük bir evmiş. Bilmiyorum, en azından mutfakla yatak odası ayrı diye mi düşünüyorlardı.
Velhasıl, akşam eve girerken marketten aldığım ve fevkaladenin fevkinde olduğunu düşündüğüm hazır suşileri mideye indirip (suşiyi çok severim ama o konuda bir damak zevkim vardır diyemem) bir duble de Japon viskisini yudumladıktan sonra (viski konusunda epeyi ileride Japonlar, yerli bir içki haline getirdikleri bile söylenebilir) soğuk Tokyo akşamında jet lag’den sersemlemiş kafamı yastığa koydum.
Sabah uyandığımda, ev sahibim işe gitmişti bile. Ben de oturup önce biraz haftaya yapacağım sunum üzerinde çalıştım, öğrenci emaillerini cevapladım. Google maps üzerinden gideceğim yeri öğrenip yola çıktım: ilk gün yalnız takılacaktım ve hedefim belliydi, elektronik ve bilişimin dünyadaki merkezi Akihabara ya da Akiba.
Akihabara’ya yolculuk:
Google maps elimizde, biz gideriz Akiba’ya demek kadar kolay değildi tabii. Bir, kimse İngilizce konuşmuyor, en azından biraderin yaşadığı mahalle civarında. Şehir merkezinde de konuşuyorum diyenlerle konuşabilmenizin pek imkanı yok. Şehir merkezinde değilseniz, hiçbir yerde İngilizce tabela yok. Kabaca, google mapsin eline kalmış durumdayım.
Bir diğer zorluk da, şehrin inanılmaz grift sokak yapısı. Izgara planla uzaktan yakından ilgisi olmadığı gibi, herhangi bir rasyonel sistemi de takip etmeyen bu mekânsal örüntüde hayatta bir ilki yaşadım ve gezdiğim bir şehirde kaybolmayı başardım. Hem de bunu Oshiage kulesine baka baka kuleye erişmeye çalışırken becerdim. Üzerinde biraz okumam gerek, ancak tahminim, İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımından sonra toprak sahipliği ve mülkiyet yapısının değişmeden korunduğu yönünde. Bu nedenle, muhtemelen Tokyo savaş öncesi nasıl kentleşmişse, sonradan gelişen konutlar da, plancı diliyle konuşacak olursak, Hmax ve emsal belirli sınırlar içinde kalmak itibariyle, inşa edilmiş.
Aşağıdaki fotoğraf, bir sürü kelimeyle anlatmak istediğimi çok daha iyi izah ediyor sanırım. (Arkadaş, o arabayı oraya nasıl soktun ya, helal olsun demek istiyorum.) Elektrik direklerinden kaçış yok tabii, çok sıkı bir deprem imar yönetmeliği olduğu için, bütün elektrik hatları, kablolar ve bağlantılar yer üzerinde -en azından şehir merkezi dışındaki bölgelerde.
Bu küçük ve güzel kei-car’a bakınca aklıma başka bir şey daha geldi. Şehirde hemen hemen hiç Toyota Corolla görmedim desem yeridir. Toyota’nın -veya Honda, Mitsubishi- en dev modelleri Tokyo şehrinde pek kullanılmıyor, ya da gittiğim görece üst-orta sınıf mahalleleri dışında pek rastlamadım. Bütün taksiler istisnasız Toyota, ama onlar da Toyota’nın Japonya dışında hiç görmediğim, bizim memlekette de üretilen eski Renault 21’lere benziyor. Ayrıca taksilerin yarısında koltuk örtüleri annelerimizin nakış işleriyle kaplı. Sokaklardaki otomobillerin ezici çoğunluğu şu yukarıdaki gibi ufak araçlardan müteşekkil.
Belki de bu nedenle kaybolsanız bile şehrin sokaklarını arşınlaması keyifli, dev otomobiller değil, Güliver cüceler aleminde gibi minnak araçlar arasında yürüyorsunuz. Ve yürürken, yaya geçidinde durmayan bir tane bile araç görmediğim gibi, kırmızıda karşıya geçmeye kalkan -yol bomboş olsa bile- yaya da hemen hemen hiç yoktu (beni saymazsanız tabii, eski alışkanlıklar zor kırılıyor).
Google Maps’in azizliği, beni on dakika yürütecek diye döndüre döndüre dolaştırdıktan sonra bir metro durağına getirdi, o durakta da bindirdiği metro bir durak gittikten sonra Oshiage kulesinde indirdi. Arkadaş, söyleseydin ben kuleye baka baka yönümü bulur kuleye varırdım diye iç çekerken, metroya bindim. Metronun yanlış çıkışından çıktıktan sonra da Akihabara’nın iki meşhur elektronik dükkanından birini bulurum diye yarım saat boyunca tur attım.
Aşağıda gördüğünüz yansıma, Bic Camera’nın Akihabara dükkanı. Akihabara da, Kadıköy’de Yazıcıoğlu İşhanı etrafında elektronik/bilgisayarcılar gelişmeden bir elli sene önce Tokyo’nun elektronik/bilgisayar dünyasının bağrını oluşturuyormuş. Neden -mış diyorum, kendi gözlerimle de müşahada ettiğim üzere, Akihabara’da artık o Yazıcıoğlu İşhanı havası kalmamış (hoş, Yazıcıoğlu’nda da kalmadı), mini etekli kızların içeriye buyur ettikleri kafeler, Türkiye’de yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan yuvarlak yumurta sürprizleri otomatları ve devasa anime dükkanlarıyla kaplanmış durumda. Anime sevmem, mini etekli kızların -Tokyo ayazında saçmasapan kafelere insanları çağırmasına sadece üzülürüm- o yumurtaların satıldığı dükkanlardaki otomatları da hakikaten anlamadım.
Bic camera ise Teknosa, MediaMarkt, işte eskiden ABD’de Circuit City veya RadioShack’in içler acısı halinden sonra çok iyi geldi. Akihabara’da iki tane büyük -büyük derken, Japonya standartlarında bile devasa, ayı kadar, kocaman demek istiyorum- elektronik zincirin merkezi var. Birisi Bic Camera, diğeriyse Yodobashi.
Bic Camera, tabirimi caiz görürseniz Yazıcıoğlu işhanı büyüklüğünde bir bina, üstte de fotoğrafını gördüğünüz üzere. İlk katında Apple Store da var, ilk başta kavrayamadığım şey, dükkanların yatay değil, dikey bir biçimde kategorize edilmiş olması idi. Yani, ilk katta laptoplar, ikinci katta kameralar, tabletler, üçüncü katta kamera alet edevatı, dördüncü katta play station, animeler vs. diye giden bir sıralama.
Bikku Kamera, sanırım hayatta gördüğüm en yorucu dükkandı. Her katta ama her katta istisnasız mağazanın kendi radyosu, farklı hoparlörlerden yayın yapıyordu. Şimdi anımsayamıyorum, kezâ, zihnimde üç gün boyunca mağazanın radyosu döndü duru, hâlâ da ağır araz bırakmış gibi ama her katın farklı bir radyosu vardı sanki.
Ve hepsi Japonca olduğu için pek anlamıyordum ancak dakikada bir mağazanın jingle’ı okunuyordu, Bikku Bikku Bikku Kamara, elektroniği çok sevmeme rağmen, ancak yarım saat kadar dayanabildim içeride. Hatta ve hatta kendimi bir hayli zorlayıp içeri bir on dakika kadar daha girdim, ne var ki, jingle’ı duymamla birlikte kendimi dışarı atmam bir oldu.
Küçükken futbolcu Tsubasa’nın çok tekrar olduğunu, bizim kanalların -TRT’ydi galiba- bize özellikle böyle eziyet ettiklerini düşünürdüm. Sonra, işte Lost in Translation, yakın zamanlarda Evangelion izlerken, bu mükerrer gürültülerin esasında bir yanlış anlama değil, kültürün bizatihi parçası olduğunu düşünmeye başladım. Tekrardan kurulu bir kültür.
Amerika’ya giden herhangi bir yabancının en garipsediği mesele, herşeyin tekrar edilmesidir; isimler, hoşbeş etmek, günaydın, iyi akşamlar, bunu yapar mısın ricalar, yemek söyleme ricası, hesap söyleme ricası. Binlerce tekrardan dolu bir hayat. Yirmi dakikalık dizinin içinde yirmi dakika da reklam vardır, her beş dakikada bir reklama girersiniz ve unuttunuz mu diye senaryo yazarları her şeyi baştan anlatırlar, bak bu adam, bu kızı seviyor, hani beş dakikada unuttuysan reklam girdiğinde. Mağazalarda sürekli tekrarlanır herşey. O nedenle, Orwellci 1984 aslında Sovyetler Birliği değil, sürekli, biteviye tekrardan hoşnut Amerika’dır gibi gelmişti bana bir noktada. Yeter ulan, anladım, Bikku Kamara en süper mağaza, en iyi fiyatlar sizde. Ya da, geçen gün kızımla izlediğimiz Minyonlar filminde Londra metrosundan inen Minyonların söylediği -ezberlediği- üzere “Mind the Gap.” Yeter ulan, anladık, metrodan inerken ayağımız takılmasın. Size dert olmasın.
Tabii, Japon kültürü esasında inanılmaz elitist bir kültür, klasik sanatlar müzesinde dört beş saat geçirdim, bir on dakika bile burada çok kapalı -şehrin sokakları gibi grift, çetrefilli, belki içinden çıkılmaz- bir ilişki ve ilinti biçimi olduğunu ima etmeye yeterdi. Suçu Amerikalılara atmak kolaycılık olur, ancak, bir sürü şey o kadar Amerikalı ki; aynanın öte yanındaki Amerika diye düşünmeden edemedim bir türlü. -Bikku Kamara, Bikku Kamara.
Bir de, kimsenin “normal şartlar altında” inanamayacağı bir genç kız kültü var burada. Kişilik kültü lafzını duymuşsunuzdur, yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz üzere, Akihabara, en azından burada hakim olan meta kültürü, genç kız imgesi üzerine kurulmuş durumda. Farklı zamanlarda, Japonya’nın fevkalade bir ataerkil düzen kurmuş olduğunu okudum, işittim. Bu ataerkil düzenin en yılmaz sembolik şiddet elementi genç kız kültü. Bir kere daha genç kız fotoğrafı görsem artık kusarım diye bir noktaya geldim. Ve bu noktada bir kere daha içimin acıdığı, rüzgarla birlikte eksi 2, eksi 3 hissedilen ve içe işleyen ayazda kafemize gelin diyen kızlar aklıma geliyor. Onların da hiç fotoğrafını çekmemişim. İki sebepten, bir, kurban kültü yaratma çekincesi. İki, daha doğal bir korku, kolumdan tutup gel bizim kafeye demesi korkusundan.
Velhasıl, birinci günüm, dört defa Akihabara’nın ana istasyonundaki sigara hücresinde sigara molası vererek böyle geçti. Yeterince yürümemişim gibi, biraderin evine de yürüyerek döneyim dedim -herhalde günlük rekorlarımdan olan 20 kilometreyi tamamlayarak eve yürüyerek döndüm.
Yorgunluğumun bir noktasında, ya hiç olmazsa bu köprüyü de geçeyim diye kendime gaz vermekle meşgulken ve aslında hâlâ daha jetlag olduğumu da fark edip, bir de üstüne öğle yemeği yemediğimi da anladığımda, bir kenara kıvrılıp eksi üç derece soğukta uyumasam ya derken, bir zamanlar postmodern mimari denilince her ders kitabının içinde geçen şu sarı tuhaf şeyi gördüm.
Öndeki Sumida nehri, yanlış hatırlamıyorsam, burası da Sumida üzerinden şehrin merkezini yukarıda gördüğümüz Oshiage Kulesi’ne bağlayan ana arter. Bu havuç mu desem, zencefil mi desem, ne desem bilemedim nesne ise, biranın köpüğünü temsil etsin diye Asahi bira ve meşrubat şirketinin genel merkezine yaptırdığı tasarımın bir parçasıymış. Yanlış anlamaya mahal vermek istemem, postmodernizmle çok ciddi bir sorunum yok -ciddi sorunlarım var elbette- ancak, bu bira köpüğü değil, havuç hiç değil. Ne olduğunu bilmiyorum.
Eve yorgun argın vardığımda birader bence önce gelmişti. O da yorgun ve argındı. İlk günümüzün akşamını evde geçireceğiz ve ben zaten mideye apartmanın girişindeki süpermarketten aldığım hazır suşileri indirmekle yetineceğim diye düşünürken, kardeşim benim ya oturmaya mı geldik baskılarıma dayanamayıp dışarıda yemeğe çıkmamıza karar verdi. Böylece ikinci günümüz başlamış oldu.
İkinci Gün: İzakaya’ya Giriş
İzakaya, benim Japonya hakkında en çok sevdiğim şey oldu galiba. Amerika günlerimden balık, az pişmiş veya pişmemiş ve envai çeşit Asya yemeğine büyük bir hayranlığım oldu. Bir kısmı, sebzeyi çiğe yakın bir dirilikte sevmemle ilgili, diğer kısmı sanırım Türkiye mutfağına en yakın -halbuki Meksika mutfağı daha yakındır- bulmamla ilintili.
Japon mutfağına hayrandım, suşileri yedişer sekizer mideye indiren bir karakterdim doktora günlerimde, ama o kadar abartılı ve acılı yemekten ötürü de suşi zevki geliştirememiş olmamı da anlayışlı karşılamak gerekir.
İzakaya dediğimiz şey, bir mahalle kahvesiyle, çok ama çok eskilerden belki hayal meyal hatırlayabileceğimiz mahalle meyhanesi arasında bir şey. Benim gittiğim izakaya’da yirmi kişiye yetecek kadar yer yoktu. On beş kişi bile zorlukla beraber oturuyordu. Bizi almayacaklardı, biraderin Japoncası sağolsun, aşılmaz Japon mesafesini kırmayı başardık -bundan da daha sonra bahsedeceğim.
İnanılmaz bir servis ve nezaket, inanılmaz bir güleryüzlülük, kibarlık ve bence Türkiye’de hiçbir yerde görmediğimiz bir mutfak vardı, biraderin yanı başındaki izakaya’da. Ve bu izakayaların en iyilerinden biri değil, ortalaması bile değil, en basitlerinden biriydi.
Buraya kadar okuduysanız teşekkür ederim. Dörtbin kelimeyi buldum sanırım. Bundan sonrasını ikinci kısımda anlatacağım. Adam ne kadar da geveze, iki günü bile beşbin kelimede anlatmış diyorsanız haklısınız. Ve maalesef, Tokyo’daki bu kısa seyahatim hakkında daha onbeş bin kelime yazabilirim. Üçüncü ve müteakip günler daha da heyecanlıydı.