Polonya’da bir yaz seyahati 2: Gdansk’ta ne yapılır

Gdansk, yaz zamanı tam bir şenlik havasında. Bu yazıda Gdansk şehir merkezinde yapabileceklerinizi anlatıyorum.

Polonya’da bir yaz seyahati 2: Gdansk’ta ne yapılır
Gdansk şehir merkezi, yaya köprüsü, sağda II. Dünya Savaşı Müzesi

Gdansk, yaz zamanı tam bir şenlik havasında. Baltık denizinde olduğu için kulağımıza bol bol İskandinav dilleri de çarpıyordu, bu yaşlı Alman turistlerini, farklı yaş gruplarından Amerikan turistlerini de eklemek gerekiyor. Bir Leh şehrinde böylesi bir turist kalabalığı görmek pek tahmin edebileceğim bir şey değildi. Ve gördüğüme de bilhassa çok sevindim.

Gdansk, Polonya şehirleri arasında konut fiyatları, ortalama ücretler olsun en pahalı şehir. Bunu gündelik hayatta da görmek pekala mümkün. Otel aramasına Haziran ayında başladığımda belki daha uygun fiyatlı bir yerler çıkar diye düşünüyordum, fakat günlük 300 zloty’den daha ucuz bir fiyat hiç görmedim. Günlük 65-70 euro arası bir fiyattan bahsediyorum.

Gdansk, bir yanıyla Amsterdam’a benziyor. Şehir merkezinin içinde bir yığın kanal, bu kanallar her köşeyi sarmış. Öte yandan, klasik bir Leh şehri havasında da, bar mlecznyler, eski usül dev konut kompleksler, o konut komplekslerinin arasında eskiden kalmış gibi görünün fakat esasında yeniden inşa edilmiş evler.

Şehrin eski merkezinde iki tane çok eğlenceli köprü var, ben ilk gün tam kavrayamadım. Ancak eski şehri demiryolu bölgesine bağlayan iki tane köprü varmış. Birisi yukarı doğru, diğeri de yana doğru açılıyor. O köprüler açılmadan da karşı kıyıya geçmek için hayli yürümeniz gerekiyor.

Gdansk’ın açılır kapanır yaya köprülerinden büyük olanı
Gdansk’ın açılır kapanır yaya köprülerinden büyük olanı

Gdansk’ta ne yapılır

Şehrin eski merkezinin hemen hemen tamamı yürümek için tasarlanmış. O nedenle ilk üç gün yapacak bir şey sıkıntısı çekmek zor. Bizim kızımıza sözümüz olduğu için ilk günün sabahında kahvaltının ardından tramvaya atlayıp deniz kıyısına gittik. 45 dakika civarı sürüyor Baltık denizine erişmek ve çok güzel plajları var. Deniz için aynı övgüyü sarf edemeyeceğim.

Fakat, denize gitmek gibi bir derdiniz yoksa, ki benim bir süreden beri öylesi bir derdim yok, şehir içinde gezebileceğiniz bir yığın yer var.

Zaten, Gdansk’ın mevsimi çok kısa, bizim bile kaldığımız bir hafta on gün içinde bir gün çok sağlam bir yağmur ve Nisan’dan kalma bir havayı gördüğümüz düşünülürse planların ona göre yapılmasında fayda var. Bir an gelir ve hiç dışarı çıkamayabilirsiniz.

Gdansk’ın eski şehrinin ana caddesi sayabileceğimiz uzun sokağa, Ulica Dluga’ya çıktığınızda zaten binbir türlü farklı atraksiyon sizi bekler. Biz ilk vardığımızda otele erişmek için Google mapsin lanet ve saçmasapan bir yolundan ilerlediğimiz için çok fark etmeden kendimizi bu esasında adı uzun kendisi pek de uzun olmayan caddede bulmuştuk. Caddenin ana oda noktası Neptün heykeli ve heykelin hemen yanı başında belediye binasının çanları.

Neptün heykeli
Neptün heykeli

Leh şehirlerinde hem kiliselerin hem de belediye binalarının -Ratusz, Almanca Rathaus olarak bildiğiniz kelime- ayrı saat çanları var. Belediyelerinki şehirlere özel, her şehirde farklı sesler çıkaran saat kuleleri var. Kiliseler bu açıdan birbirinden çok ayrışmasa da Gdansk belediyesinin saat kulesinin bir yığın farklı sesi ve çok yukarıda kaldığı için algılayamadığım farklı bir gösteri sistemi vardı.
Zaten dronelarla çekiyorlardı. Artık Google’dan gezdiğim yerlerde benim görmediğim ne olduğunu anlamaya çalışmaktan yorulduğum ve bizatihi benim hissettiğim şeylere bir katkısının da bulunmadığını fark ettiğim için o konuda telefonumu zorlamaktan vazgeçtim.

Velhasıl, uzun sokak bir şenlik. Hem de nasıl bir şenlik.

Uzun sokak, aşağıda gördüğünüz fotoğrafta, tahıl asansörünün solunda yer alan sokak. Bir nevi şehrin tam merkezi. İlk büyük kule belediye binasının sağındaki ve en belirgini ise eski katedralin çan kulesi.

Gdansk eski şehir manzarası
Gdansk eski şehir manzarası

Azize Meryem Katedrali ve Meryem Sokağı

Katedral, Avrupa’nın en büyük tuğla yapımı katedraliymiş. İçi etkileyiciydi, ne var ki, büyük katedral mimarisine alışkın gözler için tek istisnai özelliği tuğladan -taş yerine- yapılmış olmasıydı. Belli ki, Polonya’nın çektiği acının büyük kısmını da çekmiş ve çok ağır hasar almıştı.

Batı kapısı yerine transeptten girince ne kadar etkileyici olduğunu fark etmediğim katedrali bir de batı kapısından yeniden adımlayınca gerçekten Gdansk’a yakışır bir katedral olduğunu fark ettim. Tabii, üzerinde pek çalışmadığım için ne kadar ve ne zaman hasara uğradığını fark edemedim.

Katedralin transeptinden doğu cephesine doğru nefe bir bakış
Katedralin transeptinden doğu cephesine doğru nefe bir bakış

Tuğladan inşa edilen bir katedral olması, Polonya açısından pek şaşırtıcı değil. Zira, tuğla nispeten daha ucuz bir malzeme. Öte yandan, yapı bir bazilika imiş, katedralin bir seviye altı diyelim, Lehçede konkatedra diye geçiyor bu nedenle. 1945’e kadar Lutheryen kilisesine ait, bugün Katolik kilisesine. İç cephenin tamamen beyazla kaplanmış olması bu tarz bir yenilemeye ait.

Katedralin hemen ilerisinde, ilk gittiğimiz gün gördüğümüz ve ne kadar etkileyici olduğunu düşünüp de kendimizi bir Harry Potter filminde zannettiğimiz Mariacka sokağı, Meryem sokağı var.

Meryem sokağı ya da Ulica Mariacka

Bu sokağı mutlaka hava kapalıyken mümkünse yağmura yakın bir akşam bulutuyla görmek gerekiyormuş. İlk kafamızı uzattığımız an saat sekizde, yorgun argın ilk şehir turu yaptığımız andı. Önce ben ya burada ilginç bir sokak varmış diye daldım. Evvelinde kızımızı üç katlı atlı karıncaya, carousel’e, bindirmiş ve bakalım bu şehirde daha ne varmış diye düşünmekteydik.

Mariacka sokağı, doğrudan katedrale açılıyor. Fotoğrafların hakkını verdiğini düşünmüyorum, çünkü gerçekten büyülü bir sokağa girmiş gibi oluyorsunuz. Sokağın sonundaki ev hakikaten 1600’lerden kalmaymış, tabii şu sıralarda bir hostel olarak hizmet vermekteymiş. Bana biraz fazla zorlayan bir gotik motel gibi görünmüştü.

Mariacka sokağında eşim
Mariacka sokağında eşim

Ben Harry Potter’ları filmlerinden izlemiştim, tam da kovid döneminin başlangıcında. O yüzden o seriyle çok derinden bir bağlantım yok, yani bu Gdansk darbı meselini Witcher’la açmıştık ama Potter’dan bahsedecek kadar çok bilgim yok.

Eşimin söylediği, Mariacka sokağının tam bir Potter atmosferi yarattığı yönündeydi. Ben de filmlerden en azından kalan etkiyle böyle bir şeyin doğru olduğunu düşünüyorum.

Bizimkiler çok kış ve soğuk sevmez ama belli ki bu sokağın tadı kara kışta, soğuğun Gdansk limanını yakıp kavurduğu anda bir o kuzey rüzgarına mola vermek adına girilen bu sokakta çıkacağı yönünde.

Sokağın sonunda bir ekler pastanesi var, Gdansk’ta gördüğüm ve daha başka şehirde de gitmediğimiz ekler pastane zincirinden bir tanesi. Kötü servis, çok süslü ekler. O kadar süslü ki, esasında yegane sevdiğim tatlı ekler olmasına rağmen tadına bile bakmadım, bir kahve içmekle yetindim.

Sokağı meşhur yapan bir diğer şey ise çok güzel bir sokak olmasının yanı sıra burasının Gdansk’ın kehribar dükkanları ve kuyumcu dükkanlarıyla dolu olması. Yıllar yıllar evvel kehribarı yegane değer verilmeyi hak eden taş olarak severdim ama artık pek ilgimi çekmiyor. Gündüz vakti gittiğinizde bütün sokak boyunca sıralanmış kehribarcıları görebilirsiniz. Tabii ki daha değerli ve büyük kehribarcılar nehir kıyısında, fakat onların fiyatları zaten uçuktu, Mariacka da uçuk demeyeyim de abartılı fiyatlara sahip gibi geldi bana.

Gdansk, Polonya’nın gözbebeği

Mariacka’nın sonuna geldiğimde, Gdansk için de söyleyecek birkaç kelimemin olduğunu fark etmiştim. Gdansk, hemen hemen tanıştığım bütün Lehler için Polonya’nın en güzel parçasıydı. Lehçede, ülkenin adı Polsce, yaşayanların adı Polak ya da çoğuluyla Polakow.

Önce Gdansk’a duyulan bu sevgiyi anlayamadım. Biz Türklerin İstanbul’a duyduğu özlem, gıpta, hasretten mi kaynaklanmaktaydı acaba? İstanbul, Türklerin çoğunun yaşayamadığı hayatın bir sembolü, denizin kıyısında, erişilemez bir yer. Acaba Polakların hasreti ve sevgisi de bundan mı kaynaklanmaktaydı?

İstanbul 1453’ten bu yana, 1920’lerde iki yılı saymazsak, 500 yıldır yaşadığımız şehir. Polaklar için ise 1793’teki büyük kabusun bir simgesi Gdansk. Polonya-Litvanya devletinin medhar-ı iftiharının Prusya tarafından yutulduğu yer. Normalde, Varşova İstanbul gibidir diye düşünürdüm Lehler için. Oysa, Türklerin conscience collectif’inde, bilinçaltında İstanbul nasıl bir rol oynuyorsa, Gdansk’ta Lehlerin bilinçaltında, toplumsal tahayyülünde öyle bir rol oynuyormuş. İnşa etmesi, elde etmesi, yaşaması, yapması imkansız; kaybetmesi çok kolay, geri alması çok zor bir yer.

Türklük nasıl Ankara’dan ibaret değilse, Leh bilinci de Varşova’dan ibaret bir yer değil. Evet, Varşova da önemli, çok değerli. Ama Gdansk hakikaten bir gözbebeği. Gerçekten bir Leh şehri nasıl olmalı, Lehler dünyayı nasıl tasavvur ediyordu, dünya Lehlerin gözünde nasıl kurulmalıydı ve buna benzer bir yığın sorunun cevabı Gdansk.

Sanırım bu nedenle Gdansk’ı çok sevdim. Polonya’nın İstanbul’u diyebilirim. İstanbul’dan çok daha zengin, çok daha düzenli, çok da güzel, yaşanabilir bir şehir.

Gdansk ve Konut Piyasası

Tabii bunun bir istisnası var, o da Gdansk’ın bütün Polonya’nın en pahalı konut fiyatlarına sahip şehri olması. Birinci sırada Sopot geliyor, fakat üç şehir -trojmiasta- adı verilen ve Gdansk-Sopot-Gdynia’dan oluşan bu bölgenin ülkenin en yüksek fiyatlı emlak piyasasına sahip olduğuna dair bir yazım -veya birkaç- yakınlarda yayınlanacak.

Varşova kadar yüksek hacimli bir inşaat piyasası olmamasına rağmen, bilhassa Sopot’un kendine has özellikler ve Gdansk’ın kentsel yenileme hareketi çok belirgin.

Gdansk’ta tersane tarafında konut kompleksleri
Gdansk’ta tersane tarafında konut kompleksleri

Buradaki en büyük sorun, Polonya’nın büyük ve hızlı gelişen, dünyaya adapte olmuş şehirleriyle ikincil orta ve küçük ölçekli şehirleri arasındaki dengesizlik.

Bir diğer sorun da, Türkiye’den çok daha düşük ölçekte olsa da, merkez bankası faiz politikalarının 2015 sonrası dönemde reel olarak eksiye indirilmesi, bu sayede de bir finansal birikim aracı olarak konutun değer kazanması.

Türkiye’de bu çok daha ağır -aynı zamanda ağır çekim bir kaza gibi- gerçekleşti. Polonya’da ise zaten 1989 öncesi dönemin bir kalıntısı olarak ev sahipliği oranı Avrupa’daki en yüksek oranlarda (%90’lar civarı). Yani, Polonya’da kirâcılık kavramı çok yeni ve pek de tanınmayan bir kavram.

Fakat, nüfus yaşlı ve giderek yaşlanıyor, konutun finansallaşmasıysa en ciddi biçimde genç nesilleri, üniversiteden çıkınca büyük şehirlere yerleşip beyaz yakalı olarak çalışmayı tasarlayanları etkiliyor.

Bu kısa sosyolojik derkenardan sonra Gdansk sokaklarında yürümeye devam edelim.

Aziz Dominik Festivali ve sokak pazarı

İlk yazıda değinmiştim, şansımıza Gdansk’ın tarihi Aziz Dominik festivali günlerine denk gelmiş seyahatimiz. Aslında anlamam gerekirdi, fiyatların Varşova’dan bile daha yüksek olmasından ötürü.

Bunun bir getirisi, gün boyu şenlikli bir halde sokaklarda kurulan ve her sokakta farklı faaliyetlere yönelen tezgahlardı. Otelimize en yakın sokakta mesela antikacılar pazarı kurulmuştu.

Antikacılar pazarının biblocusu. Fiyatları uygundu, memleket belediye başkanları bir uğrasa iyi olur.
Antikacılar pazarının biblocusu. Fiyatları uygundu, memleket belediye başkanları bir uğrasa iyi olur.

Antikacı dediysem, kısıtlı bir kısmı antikacı sayılabilir, geri kalanı ikinci el eşya ya da fotoğrafta da görebileceğiniz üzere resim, heykel, memento satan dükkanlardan oluşuyordu.

Benzer panayır veya fuarlardan biri yaşadığımız Zielona Gora’da da yapıldığı için ben bu kadar küçük şehre bu büyük kalabalık nasıl geliyor diye şaşırmıştım. Bir tanıdığı Gdansk’ta görünce, esnafın belirli bir yörede -Polonya’nın kuzeyi ve batısı diyelim- bu pazarları takip ettiğini, bu sayede böyle şenlikli olduğunu fark ettim.

Tabii kızımızı en çok eğlendiren yine festival için kurulduğunu tahmin ettiğim dönme dolap, onun yanındaki ufak roller coaster, karşı kıyıdaki karusel oldu.

Dönme dolaptan sayesinde ben de istifade ettiysem bile -eşim, benim başım dönüyor diye, dönme dolabı bana havale etti- manzaranın tadını çıkardığım için şikayetçi olduğumu söyleyemeyeceğim.

Dönme dolaptan şehre bir bakış.
Dönme dolaptan şehre bir bakış.

Moltawa üzerindeki yaya köprüleri

Yukarıdaki fotoğrafta, eski şehrin iki yakasını birbirine bağlayan yeni yaya köprülerinden birini görebilirsiniz. Moltawa’nın üzerinde halen işleyen tekneler olduğu için her yarım saatte bir kalkıyor bu köprü, saatini kaçırırsanız, ya yarım saat bekleyeceksiniz ya da yarım saate yakın yürümek zorundasınız.

Fotoğrafın hemen alt kısmında da kaldığımız bir haftanın dört-beş gününde takıldığımız festival alanının bir kısmını görebilirsiniz.

Polonya yanı başındaki komşuları Almanya, bilhassa Berlin veya Çekya’ya kıyasla çok daha muhafazakar bir ülke olduğu için sokaklarda ve açık alanda içki içmek pek hoş karşılanan, hatta yasal olmayan bir durum. Bu ancak bu tarz festivallerde değişiyor. Zira, bütün Moltawa kıyısında şehrin sakinleri ellerinde biraları ve sandviçleriyle banklara oturup güneşli günlerin tadını çıkarıyorlardı.

Müzeler

Gdansk, ülkenin kültürel ve siyasi gözbebeklerinden olduğu ve 1989 sonrası demokratik sisteme ve 3. cumhuriyete geçişin de odak noktası olduğu için müzeler açısından bir hayli zengin.

Bizim ikinci günümüzde mutat Polonya havasıyla karşılaşıp, yağmuru yiyip pek uzağa gidemeyeceğimizi fark edince ilk yaptığımız şey eski şehirde nehir kıyısındaki deniz müzesini gezmek oldu.

Deniz müzesi

Polonya’nın milli deniz müzesi doğal olarak Gdansk’ta. Tek parça da değil müze, tam dört parça: nehrin sağ kıyısında ana binası, önünde müze gemisi, karşı kıyıda da deniz kültürü müzesi ve Zuraw, yani tarihi buğday vinci yer alıyor.

Bizim vaktimiz sadece ana deniz müzesine yetti. Polonya müzeciliğini zaten takdir ederdim, bu nispeten bir kısmı yenilenmemiş müzeyi görünce daha da hayranlığım arttı.

Beşiktaş’ta çoğunlukla tadilatta olan deniz müzesi dışında Türkiye’de doğru dürüst bir deniz müzesi bilmiyorum. Gdansk’ta bu dört katlı müze, denizciliğin tarihinden başlıyor, Gdansk’ta ilk tersanelerin nasıl ortaya çıktığını, buğday vincinin nasıl kurulduğunu, şehrin kanallar üzerinde nasıl kurulduğunu, İkinci Dünya Savaşı’nda ne olduğunu, PRL (yani, Polska Rzeczpospolita Ludowa, Polonya Halk Cumhuriyeti, 45-89 arası sosyalist tek parti dönemine verilen isim) döneminde denizcilikle ilgili gerçekleştirilenler, Gdansk tersanelerinin yeniden kuruluşu gibi hemen hemen 1000 yıllık bir sürecin içinden geçiyorsunuz.

Benim en çok hoşuma giden geçici sergi kapsamında 16.-17. yüzyıl denizciliği ve deniz savaşlarına dair yağlı boya resim koleksiyonu ve en üst katta, 2. Dünya Savaşı’ndan kalma batık -ama sağlam- bir Alman gemisinin Gdansk limanında nasıl yüzdürüldüğünü gösteren bir havuz maketiydi.

Sağdaki sarı bina ana deniz müzesi, önde müze gemisi ve karşıda buğday vinci
Sağdaki sarı bina ana deniz müzesi, önde müze gemisi ve karşıda buğday vinci

Solidarnosc Müzesi

İki gün sonra, Polonya’nın milli bilincinin temeli, odak noktası, çağdaş Leh fikrinin doğduğu yer olan Solidarnosc müzesine gittik.

Müze, modern bir mimariyle yakınlarda inşa edilmiş. Tersane kompleksinin hemen girişinde yer alıyor.

Gdansk Solidarność Müzesi, şehrin tersane kısmının hemen girişinde yer alıyor. Zaten, şehir merkezinden tramvaya bindiğiniz zaman iki durak sonra, en fazla üç durak sonra müzenin önünde inebiliyorsunuz. Müzenin önünde devasa, çok etkileyici bir anıt var. Bu anıt 1970'lerde tersane işçilerinin koşullara karşı direnişi esnasında öldürülen tersane işçilerini anmak için yapılan ve Solidarność'un başlangıcını sağlayan, başlangıç mobilizasyonunu, başlangıçta harekete geçmesini sağlayan en önemli olaylardan birini hatırlamak için yapılmış ve ben tabii daha sonradan yapıldığını düşünüyordum.

Solidarnosc Müzesi ve girişteki dev anıt
Solidarnosc Müzesi ve girişteki dev anıt

Solidarność anıtının, tersanenin girişindeki anıtın. Oysa anıt 1980'lerin başındaki kısa süreli yumuşama yumuşama dönemi esnasında yapılmış. Bu açıdan da üslup olarak da ilginç tabii anıt. Biraz daha sosyalist realizmin figürlerini andırıyor. yakından hani aradaki üslup biçimlerini yakından tanıdığınız zaman o geçişler enteresan geldi.

Çünkü öte yandan Stocznia Müzesi ya da Solidarność Müzesi ya da esas resmi adıyla Avrupa Dayanışma Merkezi, Avrupa Solidarność Merkezi 'nin mimarisi çok daha farklı bir özellik arz ediyor, daha çağdaş, günümüze çok daha yakın. çok daha teknolojiye önem veren. bana sorarsanız şu ana kadar Polonya'da gördüğüm en etkileyici yapı. Etkileyiciliğinin altında yatan bir numaralı sebep tabii dış cephe kaplamasının tamamıyla tersaneden müphem, paslanmış çelik görüntüsü taşıması. ve zaten yapının kendisi de tersanenin bir uzantısı işlevi görüyor, hani paslanmış çelik demem sizi yanıltmasın. İçeriye girdiğiniz zaman çok göz kamaştırıcı devasa bir hacimle karşılaşıyorsunuz, bir nevi tersanenin ürettiği gemilerin bir uzantısının içine girmiş oluyorsunuz. Müze mimari olarak beni hakikaten etkiledi.

Müze, sadece beni değil, kızımı da çok etkiledi. Çünkü müzeye girer girmez normalde sesli rehberler vardır. Ben çok etkilenmem sesli rehberlerden. Genelde de almam müzelerde, fakat hem ücrete dahil olduğu için hem de kızım çok istediği için hemen sesli rehberi aldık. Aldığımıza da çok memnun kaldık.

İki farklı sesli rehber var. Bir tanesi yetişkinler için, diğeri de aileler için. Anladığım kadarıyla, aile versiyonu, çocuklar için biraz daha yumuşatılmış versiyonu yaşanan olayların. Sesli rehber bir nevi cep telefonu işlevi görüyor. Yani makineden anladığım kadarıyla içinde dışarıya kapalı bir cep telefonu devresi var. Eşim başka yerlerde de kullanıldığını söyledi. Ben ilk defa görmüş oldum. Dediğim gibi çok sesli rehberlere, audio guide'lara rağbet etmiyordum. Rehber, binanın içerisinde bulunduğunuz yere göre devreye giriyor ve anlatmaya başlıyor ve sesli rehberin bir anlatanı var, İngilizcesiyle narrative, bir anlatı devam ediyor. Bizim aldığımız, üçümüz de aile versiyonunu aldığımız için bizim dinlediğimiz anlatı 1960, tahminimce 1950'lerin sonunda doğmuş olan, ikinci yarısında doğmuş olan belki de, 1960'ların sonu, 70'lerin başında da tersanede çalışmaya başlayan bir Gdansklı bir adamın ağzından anlatılıyordu.

Bu yanı sadece bana hoş gelmedi, özellikle işte kızım 8,5-9 yaşında. Onun açısından da baktığımız zaman müzenin gösterdiklerini, müzenin bir araya getirdiği tarihsel deneyime çok büyük bir yakınlık duymasını, bunun içerisinde anlamlandırmasını sağladı.

Zaten A salonunda -A B C D E F diye gidiyor salonlar- A salonunda doğrudan tersanede gündelik hayatla başlıyorsunuz. Bu da şunu aslında vurguluyor: Solidarność temelinde bir işçi sınıfı hareketi ve en büyük talepleri, işte sanırım C salonunda görüyorduk, en büyük talepleri, bir sendika olarak işçiler tarafından öz öz yönetimine sahip olan bir sendika olarak bütün Polonya'da madenlerde, fabrikalarda örgütlenmek.

Türkiye'den biliyoruz tabii ki, bu işçi sınıfı örgütlenmesinin karşısındaki en büyük engel alanlara göre yapılan örgütlenme engeli. Yani işte demir işçileri demir işçileriyle, efendim maden işçileri maden işçileriyle örgütlensin. Solidarność bir nevi beynelmilel, bir evrensel sendika olarak Polonya çapında örgütlenmek istiyor. Solidarność'u diğer sendikalardan ayıran en önemli mesele tabii ki sosyalist Polonya'da o zaman ki adı kullanılıyor, Polonya Halk Cumhuriyeti, PRL olarak geçiyor. PRL’de bir özgürlük talebi. Bu özgürlük talebini dile getirirken de dayandığı nokta kilise. Çünkü kilisenin İkinci Jan Paul'un ya da Lehçesiyle Yan Pavel'in çok ciddi bir ufuk açılmasına, bir ufuk genişlemesine imza attığını söylemek mümkün.

Kısa Polonya Tarihi

Polonya, Polonyalılar asırlarca çok büyük acılar çekmişler. 1793'te üç ayrı ülke tarafından işgal edilip üç parçaya bölünüyor. Varşova tarafları, işte Lublin, Varşova, esasında Polonya'nın ta kendisi olan Lviv bugün Ukrayna'da kalan ya da Belarus'ta kalan kesimleri Rusya Çarlığı'na, Krakov, Avusturya-Macaristan Habsburg'larına ve bugünkü Kaliningrad, eski adıyla Königsberg, yani Prusya'nın eski başkentinden Gdansk'da dahil olmak üzere kuzeyi ve ülkenin batısı da önce Prusya daha sonra da birleşik Birleşmiş Almanya'nın kontrolü altına geçiyor. 1793'te başlayan ve Napolyon'un kesin olarak başarısızlığa uğramasıyla çok daha karanlık bir hal alan Polonya'nın baş eğdirilmesi, Polonya üzerinde kurulan bu baskı kendisine farklı bir kurumda milli kimliğin göstermesiyle bir şekilde yanıtlanacak. Bu farklı kurum da kilise, ne orta sınıfı ne işte okumuşları kalan, okumuşların çoğu Avrupa'nın dört bir yanında 1848'de bile savaşan Polonya birkaç defa ayaklanma girişimine rağmen hepsini kaybediyor. Ne zamana kadar kaybetmeye devam edecek?

1918'de I. Dünya Savaşı neticesinde Mareşal Piłsudski'nin kurtuluş mücadelesine kadar. Kaldı ki, Mareşal Piłsudski'ninki Mustafa Kemal Atatürk'e son derece benzer bir hikâyedir.

14'le 18 arasında önce İngiltere ve Fransa'nın desteğini alarak Almanya'ya karşı, daha sonra Almanya'nın sırtını dönmesi diyelim, Almanya'nın göz yummasıyla Rusya'ya karşı, ve bu esnada tabii ki Avusturya-Macaristan'a da karşı savaşarak üç cephede zafer elde edip en nihayetinde Polonya'yı bağımsızlığına kavuşturan, hiç kimsenin beklemediği, hiç kimsenin ihtimal vermediği bağımsızlığına kavuşturan, üstüne üstlük Kızıl Ordu'nun Varşova'yı geçip önce Almanya, daha sonra da Orta Avrupa'ya akmasını engelleyen çok enteresan bir karakter Mareşal Piłsudski. Onu başka bir noktada, başka bir zamanda anlatırım.

Solidarność müzesi

Müze binası
Müze binası

Müzede, ilk defa Prag’ın Milli Müzesi’nde tanık olduğum, gündelik hayatın üzerinden anlatının kurulması en ilginç yanı. Bu genç işçinin hayat evreleri, evliliği, çocuk sahibi olması, Solidarność içinde çabaları üzerinden Polonya’nın yaşadığı bu büyük değişim anlatılıyor.

Müze, modernleşme çağında yabancı olanın kategorize edilmesine, Batılı olmayanın ehlileştirilmesine ve yeni bir gelenek icat edilmesine yarıyor yönünde bir yığın eleştiri mevcut. Bugün, müzeler kolektif bilincin yeniden üretimine yönelik bir kurucu rol oynuyor. Bir yanıyla oyunlaştırmak zorunda anlatısını, gündelik hayatın her anında oyunlaşmayla karşı karşıyayız, en başta cep telefonları bu oyunlaşmanın bir parçası.

Solidarność müzesi, ayarında bir canlandırmayla, bilhassa hedef kitlesi olan kamusal hayata nispeten sırtını dönmüş gençleri ve çocukları etkilemeyi başarıyor. Eminim, Leh entelektüel hayatı içinde bir yığın kamplaşmaya yol açmıştır. Sonuçta, Gdansk ve tersaneyle Solidarność hareketi, ülkenin son 35 yılına imza atan, hâlâ iktidar ve ana muhalefetin tepe kadrosunu çıkaran mekân. Buna rağmen, müzeyi etkileyici buldum.

İkinci Dünya Savaşı müzesi

Bu müze şehir merkezine çok daha yakın, en üstte bahsettiğim köprülerden geçebiliyorsunuz.

Fakat, Gdansk’ın en önemli müzesi ve internetten biletiniz yoksa kapıda bilet bulamıyorsunuz. Müzenin internet sitesinden istediğiniz saatteki kapasiteye bakabilir ve bilet alabilirsiniz. Müzeyi gezmesi 3 saat civarında sürüyor, o nedenle kapanma saatini göz önüne alarak bilet almakta fayda var.

Burada da devasa ve etkileyici bir İkinci Dünya Savaşı arifesinde bir sokak canlandırması mevcut. Sonrası çok ağır ve acıklı.

Ben dayanamadım, kayıplar, kayıpların acımasızlığı, korkunç ve anlamsız yıkım. Bunu bilerek gitmenizde fayda var.

İkinci kısmın sonu

Şehri ve müzeleri gezmenin yanı sıra, iki farklı kumsala da gittik, Sopot’a da. Sopot ve deniz ziyaretimizi ayrı bir postada yazarım.

İlk kısmı okumadıysanız şuradan okuyabilirsiniz: birinci kısım.