Polonya’da bir yaz seyahati 1: Gdansk

Daha önce Wroclaw’ı gördüğümüz için ve tanıştığım hemen herkes Gdansk ve üç şehir bölgesini öve öve bitiremediği için yolculuğumuzun Gdansk’tan başlamasına karar verdik.

Polonya’da bir yaz seyahati 1: Gdansk
Gdansk ve Motlawa'da bir gece manzarası

Polonya’da hayli yoğun geçen okul yılının ardından ülkeyi ne kadar az tanıdığımı da fark ederek bir kısa seyahate çıkmaya karar verdik. Daha önce Wroclaw’ı gördüğümüz için ve tanıştığım hemen herkes Gdansk ve üç şehir bölgesini öve öve bitiremediği için yolculuğumuzun Gdansk’tan başlamasına, birkaç gün Gdansk’ın banliyölerinden biri olan Oliwa’da duraklamayı içermesine ve nihayetinde son bir hafta da ülkenin en büyük şehri Varşova’da sonuçlanmasını kararlaştırdık.

Varşova’da, Kraliyet Hamamlarında
Varşova’da, Kraliyet Hamamlarında

Gdansk

Gdansk’ın güzel bir şehir olduğunu çok işittim. Wroclaw da güzeldir ama Gdansk bir başkadır. Bu sanırım en fazla duyduğum yorumdu. Gdansk meğer Polonya’nın gözbebeğiymiş de benim haberim yokmuş. Sadece Leh kültürünün ve ticaretinin ve tabii ki dünya ekonomisine eklemlenmesinin de nirengi noktası olmakla kalmamış, kanallar, kumsallar, meşhur tersanesi, labirent misali sokakları, İstanbul’un artık kaybettiğimiz sayfiye yerlerine benzeyen banliyöleriyle ve canlı sokaklarıyla bambaşka bir yermiş.

Polonya’nın doğu kısmı dışında trenler sık, dakik ve rahat olduğu için, Zielona Gora’dan 5 saati biraz aşan bir yolculuğun ardından Gdansk tren istasyonunda indik.

Demiryolları ve Tren İstasyonları: Birleşimler ve Mesafeler

Tam kızıma Avrupa şehirlerinin nedense en kötü muhitlerinin hep tren istasyonu çevrelerinde yer aldığını anlatırken yıllardır hep yaptığım gibi tren istasyonunun ters yönünden çıkmayı başardık.

Çok enteresan bir mesele esasında, Türkiye’de zihinsel haritamız mekânları demiryolları üzerinden algılamaya pek aşina olmadığından ötürü, hatların gerçekten bir şehrin katmanlarını nasıl biçimlendirebildiğini çok da kavrayamıyoruz. Bu durum ilk defa Amerika Birleşik Devletleri’nde ve Amerika’nın demiryollarının kentsel ayrışmayı nasıl körüklediğine dair devasa yazında ilk defa karşıma çıkmıştı. Avrupa’daysa, belki Londra istisnadır ama o kadar bildiğim bir şehir değil, tren istasyonları bir nevi çarpışma alanı işlevi görüyor.

Gdansk tren istasyonundan çıktığımızda, karşımıza büyük bir şehir çıktı. Benim için bilhassa şaşırtıcıydı çünkü neredeyse bir yıldır büyük bir şehir görmemiştim.

Büyük şehir dediğimiz şey öyle hikaye bir şey değil.

Büyük şehir, bin çeşit farklı insanın, bin türlü farklı hikayenin, tramvayın, otobüsün, trenin, metronun, sokak satıcılarının, dilencilerin, varsılların, yoksulların, dertlilerin ve dertsizlerin birbirine karıştığı yer demek.

Büyük şehir, insanın kendi düşüncesini bile duyamaması, adım attığı yerde ve istikamette binbir çeşit adımın atılmış olduğunu fark etmiş olması demek. Taşra nasıl yalnızlık ve kendi kendine kendi nefesini bile dinlemek haliyse, büyük şehir gürültünün içinde kaybolmak demek.

Bu nedenle çok ama çok özlediğimi fark ettim büyük şehir hayatını. Özlemek ve çekinmek. Tren istasyonundan dışarı insanın kendini atması ve bulduğu ilk müsait yerde sigarasını yakmasıyla uzun bir uçak yolculuğundan sonra havaalanı terminalinden dışarıya insanın kafasını çıkarıp da sigara içmesi birbirine çok benzer şeyler olmakla birlikte Avrupa’da havaalanlarının nispi boşluğunu düşünürsek karşıma çıkan şeyin kalabalıklığı beni bir kez daha büyük bir şehre geldiğime ikna etti.

Tren İstasyonundan eski şehre

Bir iki defa etrafa baktıktan sonra, en mantıklısının Google Maps üzerinden çıkan rotayı takip ederek yürümek olduğuna kanaat getirdik. İki adım yürüdükten sonra Moltawa’nın dört bir yanını sardığı şehirde geçeceğimiz her sokağın bir yanıyla nehre açıldığını ve nehirden de Baltık denizine ilerlediğini bilmek rahatlatıcıydı.

Ne var ki, bir süredir farkına vardığım üzere, çekçek bavulları olan turistlerin şehirlerde hareketini bütün şehir duymaktaydı. Neyse ki şehir küçük bir yer değil di de Arnavut kaldırımlarına sürünmekle saniyen ve salisen bir ses patlaması yapan bavulların gürültüsünü sadece biz duymaktaydık. Zaten bu bavulları gezmeye niyetlenenler lanetlensin diye yapmışlardı sanki. Daha evvelce gençken, böylesi bir bavul bilmez, ayı gibi sırt çantasını omzuma sanki kimse oturayazmamış gibi taşırdım.

Ve daha ilk adım attığımızdan itibaren şehir şaşırtıcı bir biçimde bizi içine alıyordu. Eski şehir, Gdansk’ta birkaç yarımada, bir ada ve bir de yarımadanın üzerinde kurulmuş durumda. Şehrin varlığı bin sene kadar geriye tarihlenebiliyor. Esas kuruluşu, Leh krallığının dünya üzerindeki ilk ve en belirleyici tahıl ambarı olarak ortaya çıktığı 17. yüzyıl civarına dayanıyor.

Zuraw, aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz tahıl asansörü/vincinin Lehçe adı, okunuşu Jurav.

Zuraw ve Gdansk
Zuraw ve Gdansk

Zuraw’ın biz bilgisayar oyunu -yeni deyimle konsol- sevenler için bir başka özelliği daha var, Witcher’da, Novigrad şehri zaten Gdansk baz alınarak yaratılmış bir şehir ama şehrin en çarpıcı noktası da doğrudan Zuraw’dan geliyor.

Kovid başladığı sıralarda evde kapalı kalacağımızı anladığım için koşa koşa gidip bir XBox One almıştım, o esnada da GamePass çıktığı için bol bol Witcher oynama fırsatım olmuş, hatta bir noktada eşimi de bu uğraşa ortak etmiştim.

Witcher’da Zuraw ve Novigrad
Witcher’da Zuraw ve Novigrad

Gdansk’a iner inmez gördüğüm bu manzara çok hoşuma gitti. Polonya’nın oyun sektörünün en önemli odaklarından birisi olması bir yana, Gdansk’ı bu kadar bariz canlandırabilmeleri de ayrı takdiri hak eden meselelerden bir tanesi. Kezâ, şehrin sokaklarında yürürken bol bol bir oyunun içinde miyim acaba diye hissettiğim olmuştu. Ha, buradan nasıl Cyberpunk 2077’ye geldiler, o ayrı bir soru işareti ama Witcher’ın doğasının belli başlı Polonya şehirlerine çok uyduğunu eklemem gerekiyor.

Zuraw’a gelmeden evvel tabii ilk işimiz tren istasyonu önünde fotoğraf çekilmek oldu ailecek. Zira, Avrupa’nın -en azından Polonya’nın- hemen her şehri kendini tren istasyonlarıyla belli ettiği için aile hafızasında güzel bir yer tutuyor istasyon fotoğrafları.

Gdansk Tren İstasyonu ve Biz
Gdansk Tren İstasyonu ve Biz

Oteller ve Şehir

Gdansk, daha ilk adımımızı attığımız andan itibaren turistikliğiyle beni çok şaşırttı. Polonya’da bu kadar turistik bir şehri belki Wroclaw’da, o da tarihi şehir merkezi ve hayvanat bahçesi sayesinde, gördüğümü düşünüyordum ki, Gdansk’ın kalabalıklığı ve turistikliği karşısında çok ama çok şaşırdım.

Farkında olmadığımız mesele tabii, Gdansk’ın Aziz Dominik Festivaliymiş. Yüzlerce yıldır Temmuz sonu Ağustos ortasında gerçekleşen bu festival sırasında bütün eski şehir sokakları kapatılıp binbir çeşit dükkan ve tezgah ve sergi sayesinde şehir hareketli bir festival alanına dönüşüyormuş.

Kısa Avrupa gezilerim esnasında, tren istasyonu yakınının otelde kalmak için fazla tekinsiz ve rahatsız, eski şehrinse en uygun atmosfer olduğuna karar verdiğim için Gdansk eski şehrin tam göbeğinde Novotel bulduğum için oteli orada ayarlamıştım.

Yeni yeni farkına vardığımız bir diğer şeyse, artık Airbnb fiyatlarının otellerle eşitlendiği, çöpü çıkar, evi temiz tut, aman bir şey döktüm, orayı şöyle mi yaptık derdi olmadan otelde kalmanın yeniden en rahat turistik konaklama biçimi olduğuydu. Hele Gdansk gibi Polonya’nın gözbebeği şehirde, Airbnb fiyatlarıyla otel fiyatları eşitlenmeyi de geçtim, denge Airbnb lehine bozulmuştu. Bu nedenle Accor üzerinden Novotel’de yer ayırırken ikinci defa düşünmedim.

Booking.com’la filan bile kıyaslayınca, Hilton ya da Accor zinciri olsun, fiyatlar yüzde 10-20 arasında daha ucuz.

Novotel, neredeyse eski şehrin tam ortasında. Ama beklemediğimiz, görece eski -1990’ların sonunda yapılmış gibi- ve son tadilattan da 10 sene önce geçmiş bir otel gibiydi. Gdansk gibi küçük bir şehre göre onlarca odası -saydığım 140 odası olması lazım- olan devasa bir otel olmasına rağmen, kocaman bahçesi, rahat ve çocuklara açık giriş katıyla, sessizliğiyle keyfimizin yerinde olduğu bir otel oldu.

Sadece konaklamaya gecelik 450 zloty verdik üç kişi için. Türkiye’deki fiyatları gördükçe gayet makul göründü gözüme. Avrupa’da da son derece iyi fiyatlar diyebiliriz, tabii biraz erken -1 ay kadar önce- yer ayırtmanın da faydası var.

Nehir kıyısındaki Gdansk yazısı
Nehir kıyısındaki Gdansk yazısı

Otelin kahvaltısını almamıştık, günlük kişibaşı 70 zloty, çocuklara bedavaydı. Almanın çok anlamı yok diye düşünmüştüm, çünkü otelin etrafı zaten eski şehrin en yoğun bölgesiydi.

Mołtawa kıyısı ve lokantalar

Eski şehrin en büyük cazibesi, Venedik gibi kanallarla çepeçevre sarılmış olmasının yanı sıra, bu kanalların göze hoş görünen yürüyüş rotaları ve hatta yat marinasıyla sarılmış olmasıydı.

Bar Mleczny (Süt Barı)

Lokantalarda kahvaltı, üç kişi için kabaca kafa başı 40 zlotye geliyordu. Hemen dibimizde, Polonya’nın meşhur bar mleczny’lerden birisi vardı. Bar mleczny esasında bir esnaf lokantası denilebilir. Şimdilerde yavaş yavaş yok olmaya ve yeni nesil fast foodlara yenik düşmeye başladıysa da, Leh şehirlerinin en kendine has özelliklerinden biridir.

Çoğunluğu self servis olan bar mleczny, doğrudan İngilizce Milk Bar anlamına geliyor. Hatta öğle yemeğinde okulda bazı Leh arkadaşlar bar’a gideceğim dediğinde şaşırmamın da sebeplerinden birisiydi.

Daha da beni şaşırtan tabii, Clockwork Orange filmini izlediyseniz, olayların bir kısmının Milk Bar’da geçmesi. Artık Burgess kitabı yazarken nasıl bir maceradan geçmişse, böyle bir tuhaflık olarak kültür tarihine de kazınmış.

Yani, evet, süt barı demek ama bildiğimiz esnaf lokantası bar mleczny. Çoğu öğlen ve akşam yemekleri için çalışıyor, ama Gdansk’taki sabah kahvaltısı da veriyordu. Yumurta, sosis, hatta tabii ki Leh spesiyalitesi olan kielbasa tarzı sosis.

İlk geldiğimiz aylarda, bar mlecznyler zorluyordu, çünkü siparişi tamamen Lehçe vermek gerekiyordu. Gdansk gibi turistik bir şehirde bile Lehçe en önemli mekanizma, evet hemen her lokantada İngilizce konuşan bir garson var ama Lehçeyle çok daha hızlı ve rahat halledebiliyorsunuz işlerinizi. Birinci yılın sonunda da kör topal Lehçe sipariş verecek kadar dili öğrendik. Çünkü, Lehçe muhtemelen öğrenmesi en zor dillerden birisi, bunu başka zaman açıklarım.

Bar mlecznyden numunelik bir kahvaltı. Bira kendime yaptığım bir kıyak.
Bar mlecznyden numunelik bir kahvaltı. Bira kendime yaptığım bir kıyak.

Diğer lokantalar

Lokanta meselesi, büyük bir şehirde en keyifli işlerden birisi. Kabaca 200 zloty civarına, 3 kişi akşam yemeği yiyebiliyorduk, 1700 lira civarına geliyor. Türkiye fiyatlarını bir süredir sadece uzaktan duyuyorum, o nedenle duyduklarımla karşılaştırınca çok makul de gelebiliyor.

Bizim yaşadığımız şehirde, bu 150 zloty gibi bir rakamken -bir akşam yemeği fiyatı- Gdansk gibi turistik bir şehirde 200-250 zloty seviyesine kadar çıkabiliyor. Tabii Gdansk’ın Polonya’nın gözbebeği olduğunu unutmamak gerekiyor, Varşova’da bile bu kadar çok çeşitlilikte lokanta görmeyecektik.

Ben her sabah bar mlecznyde yemeği seviyordum, ailenin geri kalan üyeleri bir noktada isyan edince, yine çok yakın bir pasajın girişinde bir Fransız usulü kafe bulduk. Leh, İngiliz ve Fransız kahvaltısı da verdiği için bir-iki gün de burada kahvaltı ettik.

Daha küçük porsiyonlu -daha insani- bu Fransız usulü kafe, sıkışık oturma alanı dışında pek keyifliydi, bir de tabii insan bir noktadan sonra self servisten sıkılıyor.

Leh kahvaltısı, Fransız kafe usulü
Leh kahvaltısı, Fransız kafe usulü

Asya lokantaları

Bunun dışında, ramen, Amerikan burgeri, Çin lokantası da denedik. Belki ramen bir tık üsttedir. Hemen yat marinası üzerinde olduğu için ramencinin konumu daha güzeldi, fakat rameni hakkında konumu kadar iyi şeyler söyleyemeyeceğim.

Çin lokantası, ilk vardığımız gün hemen açlığımızı bastırmak için oturduğumuz yerdi. Bir yandan turist kalabalığı öte yandan, Gdansk’ın dört bir yanını sarmış sokak performansçılarının Güney Amerikan yerlilerinin müziğinin dibine düşmüş olmamız mı, hangisi daha baskın bilemiyorum ama hiç de memnun kalmadık o lokantadan. Hâlâ kafamda yerlilerin davulları gümlüyor düşündükçe.

Burgerler ve Amerikan lokantaları

Polonya’da Amerikana bayağı popüler, 1989 sonrası Amerika’dan gelen hemen herşeye büyük ilgi var: otomobiller, kültürel ürünler, stil, vs. Gdansk’ta da Billy’s adında 3-4 tane şubesi olan bir Amerikan lokantası var. Biz de eşimle Amerika yıllarından diner deneyimini hep sevdiğimiz hem de özlediğimiz için bir defa uğradık. Uğradığımıza pişman olduk. Amerikana her yerde farklı anlam taşıyor, burada yavaş servis, kötü burger, yağlı patates kızartması demekmiş.

Onun yerine, eski şehrin ana arteri, uzun sokakta, Ul. Dluga, çok güzel bir burgerci bulduk. Adı Original Burger. Servis de, tadı da enfesti. Uzun zamandır bu kadar iyi burger yediğimi hatırlamıyorum.

Polonya’da hayli çok sayıda pizzacı da var, İtalyanların burada belirgin bir nüfusu olduğu gibi, Lehler de İtalya’yı özel olarak seviyorlar. Eski şehirden tren istasyonuna giden güzergâhta, 01 Pizzeria isimli -hayır, Adana’yla ilgisi yok- bir pizzacı bulduk. Tabii, aklınızda bulunsun, pizza Avrupa şehirlerinde hemen hep ekonomik yemek kategorisinde sayılabilir, fakat iyisini bulmak genelde zordur. Bu pizzacı bayağı iyiydi, hatta sayesinde iki defa burada yedik.

Tatlı ve Dondurma

Karşısında da, çok büyük ilgi gören bir dondurmacı vardı. Ben dondurma pek sevmediğim için yemedim ama kızımla eşim neredeyse 1 saate yakın bekledikten sonra keyifle dondurmalarını yediler. Hatta kalanını da ben dişledim, ki az yesem de gayet güzel bir dondurmaydı diyebilirim.

Bu postu yemeklerle bitireyim, bir sonraki postada, Gdansk’ta nereye gidilir, ne yapılır onu anlatırım.