İstanbul'u Haritalamak III: Kişi başı düşen alan

İstanbul'un 2018 nüfus yoğunluğu haritası, merkezi semtlerin aşırı kalabalıklaşmayla ciddi sosyal ve fiziksel sorunlara yol açtığını açıkça ortaya koyuyor. Üst sınıflar daha az yoğun bölgelerde daha fazla alana sahipken, çoğunluk sınırlı kaynaklar, artan stres ve özellikle depreme karşı savunmasız.

İstanbul'u Haritalamak III: Kişi başı düşen alan
İstanbul mahalleleri kişibaşına düşen alan

Bir kent sosyoloğu olarak, şehirlerin nasıl evrildiği, mekânın nasıl bölüşüldüğü ve bunun bize şehir içindeki toplumsal dinamikler hakkında neler anlattığı her zaman ilgimi çekmiştir. Akademik nirengi noktam ve düşüncelerimi sürekli meşgul eden bir şehir olan İstanbul, bu konuda neredeyse ezici bir vaka çalışması sunuyor. Hızlı büyümesi, tarihsel karmaşıklığı ve coğrafi kısıtlamaları, özellikle de en çok ihtiyaç duyanlar için mekânın kıt bir meta olduğu bir kentsel peyzaj yaratmıştır.

Son zamanlarda, İstanbul'un mahallelerinde kişi başına düşen metrekare miktarını gösteren, 2018 Türkiye resmi nüfus sayımından elde edilen verilere dayanan kendi ürettiğim haritayı tekrar inceledim. Yukarıda bu haritayı görebilirsiniz.

Şehrin geniş kesimlerine hakim olan kırmızı bölgeler, bazı bölgelerin ne kadar kalabalıklaştığının görsel bir göstergesidir. Bu sadece nüfus yoğunluğu ile ilgili değil; yoğunluğun günlük yaşama nasıl yansıdığı, İstanbulluların fırsatlarını, sınırlarını ve kırılganlıklarını nasıl şekillendirdiği ile ilgilidir.

Mekânsal Biçimde Kentsel Eşitsizlik

Haritaya bakıldığında, çoğu kentsel kaynak gibi mekânın da eşitsiz dağıldığı hemen anlaşılıyor. Beyoğlu, Fatih, Üsküdar ve Kadıköy'ün bazı bölgeleri gibi merkezi mahalleler kırmızıya bulanmış, bu da kişi başına düşen metrekare oranının son derece düşük olduğunu gösteriyor. Tarihsel olarak önemli ve ekonomik olarak canlı olan bu alanlar her zaman geniş nüfusları cezbetmiştir, ancak mevcut aşırı kalabalık düzeyi endişe vericidir. Bu mahallelerin çoğu sadece yoğun nüfuslu değil, aynı zamanda aşırı yük altındadır.

Bu mekânsal eşitsizlik, şehirdeki daha geniş sosyal ve ekonomik eşitsizliklerin bir yansımasıdır. Bu kırmızı bölgelerde yaşayanlar genellikle yeterli konuta, kamusal alanlara ve temel olanaklara erişimden yoksundur. Aşırı kalabalıklaşma, insanların dar alanlarda yaşamak zorunda kalması, parklara, eğlence alanlarına ve hatta yeterli güneş ışığına sınırlı erişimi olması nedeniyle yaşam kalitesini düşürür. Daha da rahatsız edici olan şey, mekândaki bu eşitsizliğin sınıf ayrımlarını yansıtmasıdır. Harita, bize açıkça, bunu karşılayabilenlerin genellikle daha geniş, daha az kalabalık alanlara kaçtığını, diğerlerinin ise yoğun nüfuslu, yetersiz kaynaklı mahallelerde sıkışıp kaldığını hatırlatıyor.

Cihangir gibi -nispeten varsıl- bazı mahalleler kişi başına düşen 2 metrekare alanla, ilginç bir tezat sunarken, aşırı kalabalığın daha ziyade yoksulluğa ait olduğunu görebiliyoruz. Yine de, uluslararası örnekleriyle kıyasladığımızda, Türkiye'nin üst ve orta üst sınıflarının da kalabalıklaşmaktan çekinmek veya uzak durmak bir yana -Sarıyer'in bazı mahalleleri ve Beykoz hariç- bu hercümercin içinde yer aldığını anlayabiliriz.

Sosyal Gerilim ve Aşırı Kalabalıklaşmanın Psikolojik Maliyeti

Mekân veya mekân eksikliği sadece fiziksel bir sorun değildir - aynı zamanda psikolojik ve sosyal bir sorundur. Bu yüksek yoğunluklu alanlarda, toplumsal dinamikler üzerindeki etki göz ardı edilemez. Aşırı kalabalıklaşma stresi artırır, mahremiyeti azaltır ve genellikle sınırlı kaynaklar üzerinde çatışmaya yol açar. Sağlık, eğitim ve hatta kanalizasyon sistemleri gibi temel altyapı gibi kamu hizmetleri, bu kadar yoğun nüfusun ihtiyaçlarına ayak uydurmakta zorlanıyor.

Sosyolojik açıdan bakıldığında, bu tür bir kentsel ortam hem bir dayanışma duygusu - yakın yaşayan insanlar genellikle sıkı sıkıya bağlı topluluklar geliştirir - hem de sosyal gerginlik yaratabilir. Ekonomik fırsatlar azaldıkça ve sosyal gerilimler alevlendikçe suç oranları artabilir. Aşırı kalabalıklaşma, sınırlı kişisel alanla birleştiğinde, ruh sağlığından fiziksel sağlığa kadar her şeyi etkiler. Bu bölgelerdeki sakinlerin, sürekli olarak kısıtlayıcı hissedilen bir ortamda günlük yaşamda gezinirken genellikle daha yüksek düzeyde kaygı ve depresyon yaşamaları tesadüf değildir.

Beklenen Felaket: Deprem

Bu konuyu daha da acil hale getiren şey, İstanbul'un sismik gerçeği. İstanbul'un kentsel kırılganlıklarına ilişkin önceki düşüncelerimde tartışıldığı gibi, şehir bir sismik saatli bomba üzerinde oturuyor. Nüfus yoğunluğu ve kentsel yaş dağılımı üzerine yaptığım daha önceki çalışmalar, mahalle hazırlığının olası bir deprem karşısında ne kadar kritik olduğunu göstermiştir. Haritanın kırmızı bölgeleri sadece yüksek nüfus yoğunluğu olan alanlar değil; aynı zamanda bir afet durumunda acil durum hizmetlerinin sağlanmasının neredeyse imkansız olacağı alanlardır. Yerinden edilmiş sakinlere geçici barınak sağlamayı bırakın, etkili kurtarma operasyonları yürütmek için yeterli alan yok.

İstanbul'un mekânsal dağılımı ve afet hazırlığına ilişkin daha önceki analizimde, çoğu ticari veya konut projelerine dönüştürülen belirlenmiş toplanma ve tahliye alanlarındaki endişe verici eksikliği vurguladım. Bu sorunlar artık varsayımsal değil - İstanbul'u evleri olarak adlandıran milyonlarca kişi için gerçek, günlük riskleri temsil ediyor. Şehrin kalabalık mahalleleri, bugün bu büyüklükte bir krizi yönetmekte zorlanacaktı. Bu nedenle harita, şehrin daha iyi bir afet planlamasına ve -çok geç olmadan- mekânın daha eşitlikçi bir dağıtımına acil ihtiyacının bir hatırlatıcısı olarak hizmet ediyor.

Mekânsal Ayrışma: İki Şehrin Hikayesi

Daha derine bakıldığında, harita aynı zamanda İstanbulluların zaten bildiği ancak nadiren dile getirdiği bir şeyi de ortaya koyuyor - bu, aşırılıklar şehri. Yoğun kent merkezinden daha uzakta bulunan daha zengin mahalleler, tipik olarak kişi başına çok daha fazla alan olduğunu gösteren yeşile bulanmıştır. Bu mekânsal ayrışma elbette sınıfla bağlantılıdır. Zenginler, kapalı topluluklardaki veya düşük yoğunluklu banliyölerdeki geniş konutlara kaçarken, yoksullar, İstanbul'un zaten kilitlenmiş otobanları, E-5 ve bağlantı yollarının kıyısında ve hareketli iş bölgelerinin gölgesinde, dar alanlarda hayatta kalmak için mücadele etmek zorunda kalıyorlar.

Bu mekânsal bölünme, mevcut eşitsizlikleri daha da kötüleştirerek, fırsatların ve yaşam şanslarının eşitsiz dağıldığı bir şehir yaratıyor. Sosyologların “kentsel ikilik” dediği şeyin klasik bir örneğidir - bir taraf mekân, zenginlik ve altyapı ayrıcalıklarının tadını çıkarırken, diğer tarafta ise aşırı kalabalıklaşmanın ve ihmalin günlük sonuçlarıyla boğuşan iki gerçekliğe bölünmüş bir şehir.

Kentsel Adalet İçin Çağrı

Bu haritanın bize nihayetinde gösterdiği şey, İstanbul'un bir mekân krizi içinde olduğudur. Şehir hem nüfus hem de ekonomik güç açısından büyümeye devam ettikçe, liderlerinin mekânın sınırlı bir kaynak olduğu gerçeğiyle ve dağıtımının şehrin geleceği için derin sonuçlar doğuracağı gerçeğiyle yüzleşmeleri gerekir. Bu sorunu ele almak, sadece yeni konut projeleri inşa etmekten veya kamu altyapısını genişletmekten daha fazlasını gerektirir. Kentsel planlamanın yeniden düşünülmesini ve mekânsal adalete bağlılığı gerektirir. Kentteki hakkımızın ne demek olduğunu sorgulamamızı sağlar.

Ekonomik durumlarından bağımsız olarak her sakinin güvenli, yaşanabilir ve yeterli alana erişimini sağlamalıyız. Bu, yalnızca daha fazla konut yaratmayı değil, aynı zamanda ticari gelişme lehine giderek yok olan kamusal alanları, parkları ve acil durum toplanma bölgelerini korumayı da içerir. İstanbul, büyümesini insanlarının, özellikle de en kalabalık ve savunmasız mahallelerde yaşayanların ihtiyaçlarıyla dengelemenin bir yolunu bulmalıdır.

İstanbul'un Kuzey Ormanları: Kaybedilen Bir Denge?

2018 yılına gelindiğinde, İstanbul kentsel peyzajının az sayıdaki olumlu yönlerinden biri, şehrin kuzey ormanlık alanlarındaki yerleşimin görece az olmasıydı. Harita 2019 yılı başında hazırladığım bir harita ve 2018 verilerini kullanıyor.

İstanbul'un kuzey kesimlerinde uzanan bu yeşil alanlar, temiz hava, doğal su filtrelemesi ve yoğun kent merkezinden önemli bir kaçış sağlayarak hayati ekolojik tamponlar görevi görüyordu. Ormanlar sadece hızlı kentleşmeyle gelen çevresel stresin bir kısmını hafifletmekle kalmıyor, aynı zamanda özellikle iklim değişikliği ve doğal afetler karşısında kentsel direnç için potansiyel bir kaynak görevi görüyordu.

Ancak, bu dengenin son altı yılda değiştiğini varsayıyorum. Yeni İstanbul Havalimanı ve otoyolların inşası gibi mega projelerin teşvik ettiği yeni gelişmeler, muhtemelen bu ormanlık alanlara tecavüz etmiştir. Bu gelişme, sağladıkları ekolojik faydaları azaltma riskini taşırken aynı zamanda kentsel yayılmaya da katkıda bulunmaktadır. Eğer bu eğilimler kontrolsüz bir şekilde devam ederse, İstanbul son kalan doğal sığınaklarından birini kaybedebilir ve bu da şehrin bugün karşılaştığı mekânsal ve çevresel zorlukları daha da artırabilir.

Sonuç

Sonuç olarak, bu harita sadece bir görsel araçtan daha fazlasıdır - bir uyandırma çağrısıdır. İstanbul'un geleceği, mekân ve kentsel eşitsizlik sorunlarını nasıl ele aldığımıza bağlı. Sosyologlar ve şehir planlamacıları olarak, tüm sakinlerin günlük baskılar ve gelecekteki krizler karşısında yaşamak, gelişmek ve hayatta kalmak için ihtiyaç duydukları alana sahip oldukları, daha adil ve dirençli bir şehir için çabalamaya devam etmeliyiz.

Bu serinin diğer haritalarında, İstanbul mahallelerinde genç nüfus ve buradaki haritaya benzer bir biçimde kilometrekare başına düşen nüfusu incelemiştim.