İhracata Dayalı Büyüme Modeli I: Japon Mucizesi
İhracata dayalı büyüme modelinin 3 ders kitabı örneği var: Japonya, Güney Kore ve Çin. Üçünün de bu modelde başarılı olması ABD’nin jeostratejik öncelikleriyle ilgiliydi.
İhracata dayalı büyüme modelinin 3 ders kitabı örneği var: Japonya, Güney Kore ve Çin. Üçünün de bu modelde başarılı olması ABD’nin jeostratejik öncelikleriyle ilgiliydi.
İkinci Dünya Savaşı hakkında 1940’lardan 1950’lerin başına kadar, ABD iktidar elitinin savaş sonunda Japonya’yı asla affetmeyeceği ve Sovyetler Birliği’nin kontrolü altındaki Almanya’ya yaptığı gibi ülkeyi taş devrinde tutacağı epeyi yazılmış çizilmişti. Japonya’nın başına sömürge valisi olarak atanan MacArthur’un kötü şöhreti, ilk aylarda Showa İmparatoru’na davranış biçimi de bu kanaati güçlendiren meselelerdendi.
Aşağıda gördüğünüz fotoğraf, imparatorun şahsına karşı yapılabilecek en büyük saygısızlığı içeriyor, eller belde, eşitiz, hatta ben ondan daha iriyim diyerek MacArthur o zamana kadar kutsal bir karakter taşıyan Showa imparatorunu kendi gücü altına indirgediğini işaret ediyordu.
Tabii, işler ABD’nin beklediği gibi gitmedi. Sovyetler Birliği ve Stalin’e rağmen, Mao Zedong ve ÇKP, bütün Batı dünyasının desteğini arkasına alan Kuomintang’ı alaşağı edip Formosa adasına, bugün bildiğimiz ismiyle Tayvan’a sürmeyi başardığında -1949’da- Soğuk Savaş’ın eşiğindeki dünyada kartların bir kere daha karılması gerekiyordu.
Bu iki açıdan ilginç sonuçlara yol açacaktı. Birincisi, Birleşmiş Milletler kurulurken, savaştan zaferle çıkmış ülkeler, Sovyetler Birliği, Britanya ve ABD’nin BM’nin üst karar mercii Güvenlik Konseyi’nde yer alması kararlaştırılmıştı. De Gaulle’ün bıktırıcı inadı sonucu -diplomasi dilinin de hâlâ Fransızca olması sebebiyle- Fransa da bu trioya eklenmişti. Oysa, Fransa’nın 2. Dünya Savaşı’nda daha çok erkenden işgal altına düşmesi dışında bir zafer ya da etkinlik gösterdiği görülmemişti. ABD’nin baskısıyla, dünyanın en büyük nüfusuna sahip olduğu gerekçesiyle -daha bu aşamada Hint altkıtası Britanya sömürgesiydi- Cumhuriyetçi Çin (yani Kuomintang) de Güvenlik Konseyi üyesi yapılmıştı.
1949’da Çin’de yönetimin değişmesiyle, eskilerin deyimiyle Batı bloku ciddi bir müşkilatla karşılaştı, ne yapacağı belli olmayan -nispeten komünistlerin de kuvvetli olduğu- Fransa’yla birlikte bir anda SSCB ve Çin Güvenlik Konseyi’nde çoğunluk sağlama ihtimaline erişmişti. Bu nedenle, 1970’lere kadar Çin’in Güvenlik Konseyi ve BM’deki sandalyesinde ÇKP değil, bütün Çin üzerinde egemen olduğunu iddia eden ama ufacık -Çin boyutlarında- Formosa adasında sürgün Kuomintang hükümeti oturdu.
Böylelikle, ABD’nin elinde Asya’da güvenebileceği yegâne yer olarak Japonya kaldı. Batı Almanya’da Berlin blokajının da etkisiyle, önce Alman markının yeniden kurulması ve Batı’daki sanayi altyapısının ayağa kaldırılmasına başlandı, sonra da Japonya’da istikamet bu yöne çevrildi. Truman’ın MacArthur’u adadan çekmesi, aralarındaki büyük husumet de bu zamana denk gelir.
1950’de Kore Savaşı’nın başlamasıyla, MacArthur Asya çapındaki ve özellikle Kore’deki savaşın başına getirilir, Japonya da savaş boyunca ana operasyon merkezi işlevi görür. Atilla İlhan, Yaraya Tuz Basmak romanında, Türk subaylarının ve askerlerinin Japonya’dan Kore’ye nasıl taşındığını, Japonya’daki günlerini epeyi abartılı bir biçimde anlatır. Kitabın ayrıntısına buradan bakabilirsiniz: Yaraya Tuz Basmak
1950-1953 arası süren bu çok kanlı Kore Savaşı’nda, Mao ve ÇKP’nin erken dönem başarısına rağmen -Mao’nun bir milyon Çinliyi ellerinde silah bile olmadan Kore’ye gönderdiği iddia edilir. Ocak 1951 tarihli bir habere göre dünyanın ilk kadın savaş pilotu olarak -Türk Silahlı Kuvvetleri’nde kadın olduğu için yer almadığını bildiğimiz- Sabiha Gökçen Albay rütbesiyle taaruzlarda rol alır. Türkiye’nin bir hayli önemli bir rol aldığı bu savaştan sonra, aşağıda göreceğiniz NY Times haberine göre 1966’ya kadar Türk askeri G. Kore’de kalmaya devam eder.
Soğuk Savaş’ın artık sadece Avrupa’yla sınırlı kalmayacağı belli olur. ABD’nin ekonomi-politik açıdan en büyük sorunu, kısa zamanda Marshall yardımlarıyla ayağa kaldırmayı başardığı Batı Avrupa’nın -İtalya, Fransa ve Batı Almanya- Asya’da bir muadilinin bulunmamasıdır.
1970’lere kadar 2. Dünya Savaşı’nda ürettiği zırhlıları uçak gemisi filolarında kullanmaya devam eden ABD’nin bile bu devasa askeri gücünü böylesi dev bir lojistik kabusa sokması çok mümkün değildir. Pasifik Okyanusu’nun aşılması Japonya’yı eşsiz değerde kılacak bir lojistik-stratejik sorundur.
Bir diğer sorun da, savaşın bitiminde dünya GSMH’sının yüzde 50’sinden fazlasını ve buna ilaveten neredeyse sınırsız tüketim malzemelerini üreten ABD’nin bu ürünleri kendi iç pazarlarındaki daralmaya karşı nasıl koruyacağıdır. Yukarıda gördüğünüz Sabiha Gökçen kupürünün olduğu günkü NY Times’a bakalım ve sanırım ne demek istediğimi daha rahat görelim.
Studebaker araba, Crosley televizyon ve müzik seti, koltuklar, ABD’nin büyük tüketim devriminin sonuçları. Krediyle -Türkçesi, taksitle- satılan bu ürünlerin hepsi, dünyanın geri kalanı için büyük harcama kalemlerini oluşturuyordu. ABD içinse milyonları 1929 sonrası sefaletten çıkarmanın bir yoluydu. Büyük orta sınıfını bu şekilde oluştururken, aynı zamanda savaş için kurduğu devasa sanayi kompleksini de hızla savaştan tüketim malzemeleri üretimine dönüştürmeyi başardı. SSCB, nihayetinde Soğuk Savaş’ın da etkisiyle, bunu başaramayacak ve 1980’lerde bile temel tüketim malzemeleri üretiminde büyük sıkıntı yaşayacaktı.
Japonya, bu ekonomi-politik atılımın Asya ayağını oynadı. 1960’ta 1.148 milyar dolarlık ihracatına karşılık, ABD’den 1.33 milyar dolarlık ithalat yapan Japonya’nın 1970’e varmadan bu hacmi iki katına çıkarması gerektiği yazılıp çiziliyordu.
Japonya’nın ilk ihracat kalemi, el radyoları ve saatlerdi. ABD’de 1960’larda Japon ürünleri, tıpkı Türkiye’de 2000’lerde Çin malı ürünlerin karşılandığı gibi karşılanmıştı: ucuz, basit, kolay kırılır, yenisi kolay alınır. 1970’lere gelindiğinde ilk Japon otomobilleri ABD’ye ihraç edilmeye başlanmıştır. Türkiye’de pek bilinmeyen Datsun, bu konuda öncü olacaktır. Daha sonra Nissan adıyla tanıyacağımız Datsun, ilk defa 1962 modellerini ihraç eder.
ABD’nin dev motorlu, konforlu ve güçlü Chevrolet, Ford ve Chrysler’ları karşısında çaresizdir. Volkswagen küçük ve ucuz otomobil piyasasını Tosbağalarla kontrol etmekteyken, 1970’lere kadar sınırlı bir kitleye hitap eder. 1973-74’ün petrol krizi ABD piyasasında -her 10 kişiye 8 otomobil düşen bu dev piyasada- Japon otomobillerinin patlama noktasıdır.
1980’lerin başına geldiğimizde, Chevrolet şimdi çok kötü hatırlanan Nova’yı piyasaya çıkarır, bir seri Detroit mamulu otomobil, Japon istilasıyla başa çıkmaya uğraşmaktadır. Yavaş yavaş, Japonların ABD’yi iktisadi yolla işgal edecekleri yönünde propaganda ultra-muhafazakar çevrelerde yayılmaya başlar. Ne var ki, Japon otomobilleri az yakmakta, çok uzun süre dayanmakta ve çok iyi imal edilmektedir. Amerikan arabalarının devasa 4-5 litrelik motorlarının yanında ekonomi segmentini yerle yeksan etmiştir.
Japonya tabii bu esnada kendi kendine gayrimenkul eksenli bir krize girmeyi başaracak, bugün hâlâ devam eden deflasyon -eksi enflasyon- krizini bir türlü aşamayacaktır.
Tekrar edeyim: ABD’nin bugün GDP’si 20 trilyon dolar, bunun 2/3’ü tüketici harcaması, 12 trilyon dolar. 12 trilyon dolarlık harcamanın sadece 100’de 1’ini karşılayarak bile sanayide büyüme sağlanabilir. Tabii, Avrupa Birliği’nin sağladığı destekler dışında bu üç modele benzer başka bir büyüme de tarihte gerçekleşmedi