Gaziantep’ten Orta Avrupa’ya Seyahat Notları IV: Bir Hayalet Gibi Dolaşıyorum Eski Şehri

Prag’ın en güzel günlerini kaçırmışım. Turizm furyasının başladığı 2010’ların başında Prag belki bambaşka ve çok etkileyici bir deneyim olabilirdi. Kendimi Sirkeci-Eminönü arasında, hiç eski Babıali’ye sapmadan aynı sıkıcı rotadan gitmek zorunda kalan turistler gibi hissettim dersem abartmamış olurum.

Meşhur Saat Kulesi. İlk günün tenhalığında, bir daha hiç bu kadar sakin görmedim meydanı.

Belki de bütün bu yargının sebebini açıklamadan önce, adımımı attığım andan itibaren olup biteni anlatmakta fayda var. Havaalanı Sabiha Gökçen’in yarısı kadar. İndiğiniz anda karşınızda otobüs duraklarını buluyorsunuz. Ben biraz da sigara tiryakisi olmanın etkisiyle, otobüs duraklarının başında bir sigara içmenin tadını alırken, şehir merkezine giden otobüs kalkıverdi.

Zaten, dört-beş otobüs durağı var. Airbnb’de kalacak olmanın verdiği rahatlık ve yemiş olduğum kazık hissiyle -check-in saati 3 zira- biraz da geniş hareket ediyorum ama yanımızda eşimle ikimiz de projenin konferansına katıldığımız için 7 yaşındaki kızımız da var ve her ebeveyn gibi, üşüyecek mi, susayacak mı, yorulacak mı, endişesi berdevam.

Seyahate çıktığınızda, internetten bulduğunuz bütün yol-yordam ve yöntemlerin, reelde kendi kendine yalanlanması gibi bir durum da var.

2003 Ocak ayında, ilk defa ABD’ye gideceğim, 22 yaşındayım -Kasım doğumluyum- ve şimdikinden daha şiddetli olmasıyla beraber üstesinden hâlâ gelemediğim bir anksiyete ve kontrol sorunum var. Şimdi bile yeni yaygınlaştı, ben daha o vakitlerde, bilet bulamam diye JFK’den otogara transfer biletini satın alıp çıktısını almıştım. Hoş, yeni yaygınlaştığı için otobüsteki arkadaşa bile biletim olduğunu anlatamamıştım, annem sağolsun, 35 kiloluk -o zamanki ağırlığımın yarısından fazla- valizimle boğuşurken otobüs ücretini bile ödediğimi unutmuştum.

Bir yere giderken, kendime uçak içi valizden fazlasını taşımama tavsiyesi çok akıllıca bir tavsiye oldu.

Diğer bir tavsiye de tabii ki, gidilecek yeri -eğer gittiğinizde yanınızda internete bağlı bir telefon olacaksa- çok araştırmamak, sağını solunu fazla karıştırmamak olacaktı. Onu da hiç, ama hiç, dinletemedim kendime.

Prag’a inince çizdiğimiz rota -bu işlerle ezici bir çoğunlukla ben ilgilendiğim için- çizdiğim rota, önce tren garına giden ekspres otobüse binmek, tren garında çek-çek bavullarımızı -kızımıza da bir tane, üç tane 7-8 kiloluk valiz, ikisini ben taşıyorum- dolaba kilitlemek ve şehri gezmekti. Her deneyimli seyahatçinin yapacağı gibi.

Her deneyimli seyahatçinin hep yanıldığı noktalar vardır. Bir tanesi de daha evvel dediğim gibi gidilecek yeri fazla karıştırmak ve kurcalamakla ilgilidir.

İnternetin söylediği tren garı ekspres otobüsleri ya kalkmış, ya aynı yerde değil, ekspres kodlu bir otobüs var, o da 30 dakikada bir ve tabii ki, Türkiye dışında her yerde olduğu gibi tam da zamanında, yolcu filan beklemeden kalktı.

20 sene önce, bir yerden bir yere gitmek, hatta daha 2014’te bile Londra’ya gittiğim zaman, çok büyük sorundu. Londra’nın iyi kısmı, nüfusun çok büyük kısmının standart İngilizce konuşması tabii ki, bunu Orta Avrupa ülkelerinde, Japonya ve Kore’de bulamayacağınızı bilmeniz gerekiyor. Almanya bile, 20 yıl önce ilk yurtdışına çıktığıma göre inanılmaz bir gelişme göstermiş, o zamanlar, çatpat Almancamla idame ettirmem gereken bir hareket serbestisi vardi, İngilizce konuşan ya hemen hiç yoktu, ya da hoş karşılanmıyordu.

Bugün, hem roaming var, mantıklı bir fiyata -29.95’ten 99.95’e çıkmış tabii fiyatı son üç senede- dünyanın hemen her yerinde cep telefonunuzu kullanabiliyorsunuz. Evet, hepimiz flanörüz ve şehirlerde kaybolmak istiyoruz. Hayır, istemiyoruz, çünkü çoğumuzun anksiyetesi var, daha önce hiç bulunmadığımız bir şehirde kaybolma hissine maruz kalmak istemiyoruz.

Neyse ki hem ikinci gruptayım, hem de telefonum bana -daha gelmeden bir ay evvel yaptığım araştırmalara binaen- şu otobüse binip bu durakta inmem gerektiğini söylüyor. İki tane tam bilet, bir tane yarım bilet -kızımız için- aldıktan sonra otobüse oturduk.

Gel gör ki, otobüs hareket eder etmez daha ilk durakta stop etti. Bir ihtimal otobüsümüz öldü. Gerçekten motor son demlerinde tadında bir his veriyordu. Ancak dedim, motor ölmüş olsaydı, herhalde bizi de otobüsten indirirlerdi. Bir Almanya değil ama Almanya’ya Avusturya’dan sonra en yakın ülke Çekya’da, otobüste kalacak halimiz yoktu.

Takip eden her üç durakta da şoförümüz, motoru kapattı, ön kapıyı açtı, aşağı indi, motorun jeneratörünü de kapattı, geri öne gitti, orta kapıları açtı. Koltuğuna oturdu ve motoru yeniden başlattı. Bunu, sektirmeden her üç durakta da tekrarladı. Legal-rasyonel otorite hoşgeldin, burası Orta Avrupa olduğuna göre muhtemelen bunun bir yerlerde yazılmış uzun ve upuzun bir talimatnamesi vardır, bu talimatnameyi uygulamak için de aynı biçimde upuzun eğitimden geçmiştir şoför arkadaş. Yoksa, mesela, havanın soğukluğuna rağmen kapılar açık seyahat etmesi, na-legal-rasyonel yaklaşımla çok daha doğru bir hareket olabilirdi.

15 dakikalık kısa metro aktarması seferimiz, bu sayede 45 dakikaya yakın sürdü. Bir yandan, İstanbul Havaalanı’na sabahın saat 3’ünde yetişme mücadelesinin yorgunluğu, öte yandan Prag’ın soğuğu. Neyse ki, Ankara gibiydi soğuk da, İstanbul gibi insanın iliğine işleyen bir soğuk değildi.

Metrodan çıkınca, içimize işlemese de İstanbul’un 20 derecesinden sonra bizi epeyi hırpalayan soğuğu uzaklaştıralım diye hemen metro istasyonu çıkışındaki McDonalds’a girdik. Kahve, kıza burger, biraz yumuşayıp, yeni bir yere geldiğimizi anladık. Belki de anlayamadık, çünkü tuvalet kapısında kilit vardı, o kilit de sipariş verirken 1 euro karşılığı -şimdi unuttum kaç kronaydı- bir para ödeyerek açılıyormuş.

45 dakika bir moladan sonra, pek değerli Google Maps’in gösterdiği yoldan tren istasyonuna doğru üç kişi ve üç çek-çek bavul yola koyulduk – ikisi bende. Google maps nasıl gidileceğini gösterirken, aslında hiçbir şey de göstermiyormuş. Daha doğrusu, şehrin içinden dev bir otoyol geçtiği için, kimse o otoyolu geçmeli miyiz yönünde bir düzeltme yapmamış. Bir yandan ufaktan ahmak ıslatan tarzında yağan yağmur, öte yandan soğuk, diğer yandan artık bir biçimde bavul çekmeye karşı içimde oluşan büyük tepki. Ve kulelerini gördüğüm halde, bir türlü erişemediğim o kocaman tren garı.

Tren garlarıyla yaşadığım ilk büyük macera değil elbette; tren garı olmasa bile New York’un dev otobüs garı Port Authority’le de devasa mücadelelerim olmuştur. Daha yakınlarda, Berlin’in Hauptbahnhof’unda kaybolup da etrafında dört-beş tur atmışlığım var. Tren garları, kent sosyolojisi ve planlama literatüründe kazandıkları kötü şöhreti bir hayli hak eden yerler. Şehri kördüğüme döndürmenin en harika yöntemi.

Fakat, gene de, tren garları dünyanın en güzel yerleri tabii ki. En azından yeni ziyaretçiler için. Çekçek bavullarla tren garının girişini bulduğumuzda, taaa garın en sonundaki bavul kasalarına gidince, insan aslında tren garlarının o kadar da işe yaramadığını anlıyor. 10 euro’ya ben sana bavulumu bırakıp iki saate geri dönene kadar -oha, 10 euro 200 lira- bavulumu çekçek yanımda taşırım. Zira, öyle oldu, yanımızda taşıdık.

Discover more from Sinan Tankut Gülhan

Blogdaki Gelişmeleri Takip Etmek için abone olabilirsiniz:

Subscribe now to keep reading and get access to the full archive.

Continue reading/Okumaya devam edeyim..