Ezilmiş ve Aşağılanmışlar: 1960’lar Türkiye’sinde Gecekondu Meselesi

Çalışma, Türkiye'nin 1960'lar döneminde gecekondu olgusunu teknokratik ve modernist söylemlerin ötesinde, sınıfsal bir yeniden bölüşüm mücadelesi olarak ele almaktadır. Gecekonduların tarihyazımını sorgulayan araştırma, Türkiye'nin kapitalistleşme sürecinin kaçınılmaz bir tezahürü olduğuna değinir.

Ezilmiş ve Aşağılanmışlar: 1960’lar Türkiye’sinde Gecekondu Meselesi
Kolera salgını ardından gazetelerde yayınlanmaya başlayan bir şişe su reklamı.

Kendi Metnime Yeniden Bakış

Mülkiye Dergisi'nde yayımlanan "Ezilmiş ve Aşağılanmışlar: 1960'lar Türkiye'sinde Gecekondu Meselesi" başlıklı çalışmama göz attığımda, ele almaya çalıştığım temel soruların hem Türkiye kent çalışmalarında hem de Küresel Güney'deki enformel kentleşme süreçleri hakkındaki daha geniş tartışmalarda ısrarla güncelliğini koruduğunu görmekteyim. Türkiye'nin kentsel dönüşümünde kilit bir on yılın arşiv kazısı olarak başlayan bu çalışma, umarım, madun sınıfların modernleşen kentlerin çekişmeli arazisinde kendi yerlerini nasıl müzakere ettiklerine dair daha nüanslı bir anlayışa katkıda bulunmuştur.

Türkçe versiyonunu şuradan bulabilirsiniz: tıklayın.

Konvansiyonel Anlatılardan Uzaklaşmak

Bu çalışmayı yürütürken birincil amacım, Türk kent tarihyazımı içinde taşlaşmış bir ortodoksiyi sorgulamaktı: Gecekondu yerleşimlerinin Demokrat Parti döneminin (1950-1960) sözde "liberalleşme" politikalarına kolayca atfedilmesi. Hem akademik literatürde hem de popüler söylemde yaygın olan bu anlatı, sadece Türkiye'nin kentleşmesinin zamansal dinamiklerini yanlış yorumlamakla kalmıyor, daha da tehlikeli bir biçimde, sanayileşme, işgücü göçü ve enformel yerleşim oluşumu arasındaki içkin ilişkiyi de gizliyordu.

Titiz arşiv araştırması yoluyla keşfettiğim şey, gecekondu olgusunun Türkiye'nin kentleşme yörüngesinde bir sapma değil, daha ziyade geç sanayileşen, yarı-çevresel bir politik ekonominin belirli kısıtlamaları içindeki kaçınılmaz tezahürü olduğuydu. Makalede savunduğum gibi, "Gecekondu mahalleri, Türkiye'nin sanayileşmesi ve hakiki kapitalist birikim süreci ile birlikte ortaya çıkmıştır; buna ister tekelci devlet kapitalizmi, ister komprador montaj sanayi burjuvazisi deyin." Temel nedensellik açıktı: "İşgücü kentsel alanlarda yoğunlaşmaya başladıkça, gecekondular bir sonuç olarak ortaya çıktı."

Teknokratik Kent Söyleminin Epistemolojik Şiddeti

Araştırma sürecimin belki de en derinden etkileyici yönü, devlet görevlileri, şehir plancıları ve hatta sözde ilerici aydınlar tarafından söylemsel pratikler yoluyla gecekondu sakinlerine karşı uygulanan derin epistemolojik şiddetle karşılaşmaktı. Bu yerleşimlerin sürekli olarak "anormal", "kırsal" ve "geri kalmış" olarak nitelendirilmesi, sakinlerinin kentsel vatandaşlık haklarına yönelik meşru taleplerini tanımaya dair derin bir isteksizliği ele veriyordu.

27 Mayıs 1960 darbesinden sonra askeri cuntanın atadığı vali Şefik Erensü'nün beyanatını özellikle aydınlatıcıydı.

Saniyen de, darbe sonrası hükümette İmar ve İskân Bakanı olan Fehmi Yavuz'un 1960 yılında yaptığı şu açıklamayı dikkat çekici buldum: "Yakın sanayi merkezlerinde boş zamanlarını değerlendirebilecek köylüler, daha iyi yaşam koşullarını öğrenecek ve bunları köylerinde uygulayacak, böylece büyük şehirlerimize kitlesel göçü engelleyeceklerdir." Bu tür beyanlar—kırdan kente göçün yapısal ekonomik zorunluluktan ziyade köylülerin aşırı "boş zamanı"ndan kaynaklandığı gibi tuhaf bir varsayımla—teknokratik kentleşme yaklaşımlarına nüfuz eden derin bilişsel uyumsuzluğu ortaya koymaktadır.

Makalede belirttiğim gibi, "Bu boşluğun doğaüstü yollarla doldurulacağını ummak ancak Türklük ideolojisi ile mümkün olabilirdi." Göç ve enformel yerleşim gerçekliğini kabul etmekteki tutarlı reddediş—bunun yerine köylülerin gönüllü olarak köylerine dönmesi gibi fantastik vizyonları tercih etme—hızla kentleşen nüfusa yeterli konut sağlama konusunda devletin sorumluluğundan temel bir kaçınmayı teşkil ediyordu.

Yeniden Dağıtım Mekanizması Olarak Gecekondu

Çalışmanın belki de teorik olarak en üretken yönü, gecekondu yerleşimlerini "yeniden bölüşümün manivelası" olarak kavramsallaştırmam oldu. Hem romantikleştiren hem de patolojikleştiren anlatıların ötesine geçerek, bu yerleşimlerin göçmen işçilerin kentsel alanlarda fiili bir toprak reformunu nasıl hayata geçirdikleri mekanizmalar olarak işlev gördüğünü göstermeye çalıştım.

Zeytinburnu ile ilgili derlediğim veriler ve bilhassa Hart'ın çalışmaları çarpıcıdır: 1960'ların başında orada gecekondu sahibi olan 3.812 aileden binlercesi, zamanla güvensiz konutlarını değerli varlıklara dönüştürecek, mülk sahibi ve birçok durumda rantiye olacaktı. Enformel yerleşimcilerin kademeli olarak mülkiyet haklarını güvence altına aldıkları ve sonunda resmi mülkiyet piyasasına entegre oldukları bu süreç, gecekondu yerleşimlerinin "endüstriyel istihdam için kente göç eden göçmenler için kentsel yaşamda tutunma noktası oluşturma aracı" olarak nasıl hizmet ettiğini göstermektedir.

Bu analiz, hem geleneksel Marksist hem de neoliberal çerçeveleri sorgulamaktadır. Enformel yerleşimleri ya direniş alanları ya da girişimci kendi kendine yardım bölgeleri olarak görmek yerine, onları çevresel kapitalizmin kısıtlamaları içinde karmaşık müzakere alanları—kentsel yoksulların, ısrarlı politik angajman ve stratejik adaptasyon yoluyla, kentsel büyümenin yeniden dağıtım mekanizmalarına kısmi katılımı kademeli olarak güvence altına aldıkları mekânlar—olarak anlamaya çalıştım.

Tarihsel Kanıt Olarak Edebi Kaynaklar

Metodolojik açıdan, başlıca katkılarımdan biri, özellikle Yaşar Kemal ve Orhan Kemal'in eserlerini gecekondu deneyimi hakkında hayati sosyal bilgi depoları olarak dahil etmem olmuştur. Makalede belirttiğim gibi, "Sosyal bilimlerin tarihsel olarak betimleyici analizden ziyade evrensel yasalar ve ilkeler peşinde koştuğu, normatif olanın her zaman performatif olana tercih edildiği Türkiye'de, belki de romanların iyi sosyal bilim, şiirin ise iyi felsefe yerine geçmesi kaçınılmazdı."

Machine generated alternative text:
Neden Geliyorlap: 1 
Gerdek gecesinin sabahında 
yollara düşen Süleyman 
RÖPORTAJI YAPAN: YAŞAR KEMAL 
kişinin 
Elinde 
ile 
bir

Göçmen deneyimini karakterize eden derin aşağılanmışlık ve ezilmişlik duygusu bu edebi anlatılarda canlı bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Yaşar Kemal'in bir İstanbul otobüsünde, orta sınıf bir yolcunun bir grup kırsal göçmeni azarladığı bir karşılaşmanın dokunaklı tasvirini düşünün: "İstanbul hiç böyle miydi? Hiç böyle miydi, efendim? Geçmiş günlerde, bunlar gibi giyinen adamlar değil Taksim Meydanı'na yaklaşmaya cesaret etmek, orada otobüse bile binemezlerdi."

Bu tür edebi tanıklıklar, kentsel deneyimin nicel analizlerin ve politika belgelerinin kaçınılmaz olarak kaçırdığı boyutlarını yakalar. Göçmenlerin kentle ilişkisini şekillendiren ayrımcılık, yerinden edilme ve tanınma mücadelesinin öznel deneyimlerini—kentsel marjinalliğin duygulanımsal dokusunu kaydederler.

Bilvesile, Yaşar Kemal'in ve tıpkı onun gibi Orhan Kemal'in ölümsüz kalemlerini anmış olalım. Orhan Kemal'in kitabından uzun uzadıya bahsediyorum yazıda, güncel baskıları da var, fakat Yaşar Kemal'in gazete yazılarının derlenip derlenmediğini hatırlamıyorum. Yazının giriş epigrafını da oluşturan metni aşağıda bulabilirsiniz.

Tarihsel Dönüm Noktası Olarak 1970 Kolera Salgını

Analizim, gecekondu bölgelerinin derin altyapı ihmalini ortaya çıkaran felaket bir olay olan 1970 Sağmalcılar kolera salgınının incelenmesiyle doruk noktasına ulaşmaktadır. Binlerce hastalığa ve onlarca ölüme neden olan bu salgın, benim "ezilmişlik ve aşağılanmışlık birikiminde bardağı taşıran son damla" olarak nitelendirdiğim şeyi temsil etmekteydi.

Devletin tepkisi—esas halk sağlığı müdahalelerinden ziyade haber raporlarının bastırılmasına öncelik vermesi—gecekondu sakinlerine duyulan derin küçümsemeyi ortaya koydu. Özellikle, Abdi İpekçi'nin bir gazete köşesinde ifade ettiği, bu sakinlerin böylesi yıkıcı koşullar karşısında neden köylerine dönmediklerine dair şaşkınlığı dikkat çekiciydi.

Bu olay, gecekondu sakinlerinin göreceli sessizliğinin daha açık siyasi seferberliğe yol açtığı kritik bir tarihsel dönüm noktasını işaret ediyordu. Belirttiğim gibi, "Sağmalcılar'dan sonra, 1970'ler umudun filizlenmeye başladığı yıllar oldu." Kemal Karpat'ın Sarıyer-Baltalimanı'ndaki araştırmasından yararlanarak, 1960'ların sonlarına doğru Türkiye İşçi Partisi'nin (TİP) gecekondu bölgelerinde önemli destek kazanmaya başladığını belgeliyorum—bu gelişme, müteakip on yılda Türkiye'nin siyasi manzarasını önemli ölçüde değiştirecekti.

Kent Çalışmaları İçin Teorik Çıkarımlar

Türk kent tarihyazımına katkısının ötesinde, çalışmamın kent çalışmaları için bir iki kuramsal açıklık sunduğuna inanıyorum. İlk olarak, modernleşme teorisinin—"geleneksel"den "modern" formlara doğrusal bir ilerleme varsayımıyla—Küresel Güney'deki kentleşme süreçlerini anlamak için yetersizliğini gösteriyor. Gecekondu olgusu, enformelliğin aşılması gereken geçici bir aşama değil, daha ziyade çevresel kentleşmenin kalıcı bir özelliğidir. Ve esas olarak gecekondulaşma mütemadiyen geri dönülebilecek bir noktadır, bugün, gecekondu gibi görünmese de deva apartman bloklarıyla Esenyurt İstanbul'da yeni bir gecekondulaşma safhasının timsaline dönüşmüş durumda.

İkinci olarak, analizim kentsel ekonomilerde "resmi" ve "gayri resmi" sektörlerin yapay ayrımını sorgulamaktadır. Gecekondu bölgelerinin metalaşma yoluyla kademeli dönüşümü—ister küçük ölçekli müteahhitler, ister TOKİ (Toplu Konut İdaresi) aracılığıyla doğrudan devlet müdahalesi, isterse kamu-özel ortaklıkları yoluyla olsun—enformel yerleşim ve resmi gayrimenkul geliştirme arasındaki diyalektik ilişkiyi gösterir.

Son olarak, çalışmam, Türkiye'nin kendine özgü kentleşme yörüngesinin, öncelikle Batı Avrupa veya Kuzey Amerika bağlamlarından türetilen kavramsal çerçeveler aracılığıyla yeterince anlaşılamayacağını göstererek, kent teorisini taşralaştırma yönündeki devam eden çabalara katkıda bulunmaktadır. Gecekondu deneyimi, geç sanayileşen toplumlarda çevresel kapitalizm, devlet oluşumu ve sınıf mücadelesinin belirli dinamiklerine dikkat eden teorik yaklaşımlar talep eder.

Sonuç: Kentsel Vatandaşlık ve Kent Hakkı

Çağdaş İstanbul giderek agresifleşen kentsel dönüşüm projeleri geçirirken—Fikirtepe ve Sultanbeyli gibi eski gecekondu bölgelerindeki yerleşik topluluklar devlet öncülüğündeki soylulaştırma yoluyla yerinden edilme ile karşı karşıya kalırken—sunduğum tarihsel analiz, temel bağlamı sağlamaktadır. Bu analiz, mevcut gelişmeleri yeni olgular değil, Türkiye'de kentsel alan ve vatandaşlık üzerine uzun süredir devam eden çekişmenin en son aşaması olarak ortaya koymaktadır.

Bu anlamda, 1960'ların "ezilmiş ve aşağılanmışları" ortadan kalkmamış, daha ziyade dönüşüme uğramıştır. Tanınma ve dahil edilme mücadeleleri—Henri Lefebvre'in "kent hakkı" olarak adlandıracağı şey—fiziksel habitatları radikal bir dönüşüm geçirse bile, yeni biçim ve bağlamlarda devam etmektedir.

Eğer çalışmam bu karmaşık süreçlerin daha nüanslı bir şekilde anlaşılmasına—ve İstanbul'un gecekondu mahallelerini inşa edenlerin failliği ve direncinin daha fazla tanınmasına—bir nebze olsun katkıda bulunursa, akademik amacını yerine getirmiş sayacağım.