Erbaa'da bir Yaz Seyahati: İkincil Şehirlerin Sosyolojisi

Erbaa'da bir Yaz Seyahati: İkincil Şehirlerin Sosyolojisi
Erbaa'da Bir Promenad

Erbaa’yı nereden hatırladığımı hatırlamaya çalışıyordum, Ankara’dan kuzeye doğru yola çıktığımızda. Bir yandan kızımdan ayrı ilk geziye çıkmanın telaşı, öte yandan uzun yolları sevmediğine dair ruhumun bir köşesini kemiren merak -ki, yolda olmak, belki de çocukluğumdan beri vazgeçemediğim yegâne alışkanlıklardan biriydi- ve en nihayetinde daha önce hiç gitmediğim bir taşra kasabası düşüncesi. Yol, kendisi karşımda ufalırken, daha yola çıkmadan öncenin heyecanı ve telaşına teslim olmuştum bile. Yolun enfes bir deneyim olduğunu sadece her hazırlıksız yola çıkan söyleyebilir. Benim gibi atacağı her adımın nerede olduğunu görmek isteyen birisi için dünya bir fanustan ibarettir ve her yerin bir diğerine benzemesi bizi avutabilir ancak.

Ankara’dan Erbaa’ya nasıl gidilir?

Erbaa Yolu: İskilip Yakınından geçeni dikkate almayın. Google’ın kazıklarından birisi daha.

Üç yol var Ankara’dan Erbaa’ya gitmek için. Tokat’a bağlı olmasına rağmen üç yoldan hiçbiri Tokat’tan geçmez.

Birinci yol, Çankırı-Tosya-Osmancık-Merzifon güzergâhı. İstanbul’dan Erbaa’ya gidecekseniz, zaten mecburen bu yoldan geçmek zorundasınız. Havayoluyla Erbaa’ya giderim derseniz, zaten Çorum-Amasya-Tosya bölgesinin havalimanı Merzifon’da bulunuyor, her hâlükârda buradan geçeceksiniz demektir.

İkinci yol, Kırıkkale-Çorum-Mecitözü-Amasya yolu. Bir önceki blog postumda Türkiye Cumhuriyeti Karayolları haritalarını kullanmanın faziletinden bahsetmiştim. Mecitözü-Amasya arası hâlâ tek şerit.

Üçüncü yol, benim gittiğim yol, Çorum’dan sonra Merzifon-Amasya rotasını takip eden yol. Merzifon’a, bilakis Havza-Samsun ayrımına kadar epeyi kalabalık bir rota, ancak yol çok rahat. Bölünmüş yolların en güzellerinden birisi.

Diğer, (ya da, ikinci) Karadeniz’e bir Giriş

2009 sonundan 2010 ortasına kadar Çorum’un Osmancık kazasında araştırma yapmıştım. Diğer Karadeniz diyebileceğim, dağların arkasında kalan, ama Kızılırmak ve Yeşilırmak havzasında yer almakla, Çankırı-Çorum-Yozgat-Konya hatta en doğuda Erzincan’a kadar süren iç Anadolu halet-i ruhiyesinden farklı bir yer burası. Gerçekten öteki Karadeniz, yedikleri, içtikleri, pitoreskliğin kendisi, bir ağaç ve yeşil cümbüşü. İlk Karadeniz’in boğucu yeşilinin aksine Türkiye coğrafyasının Toskana’sı belki de, tarlalar, düzlükler, tepeler, ormanlar, nehirler, göller ve hepsinin cilveli oyunları.

Osmancık, Çorum, Ağustos 2010

Türkiye’nin bu ikinci Karadeniz gibi olması gerekirken, ülkenin ortasındaki devasa platoya dönüştüğünü düşünüyorum bazen Gaziantep’ten İskenderun-Adana-Tarsus düzlüğüne inip de yeniden Ulukışla-Konya yaylasına tırmandığımda.

Coğrafya sadece kaderin ne demek olduğunu anlamayanlar için kaderdir.

Meşhur galat-ı meşhurlar serisinin ikincisinde bundan bahsetmeyi düşünüyordum, ama İbn Haldun’un “coğrafya kaderdir” diye bir lâfzı yok. Olamaz da zaten. Temelinde teslimiyet olan bir inancın ana direklerinden birini Fırat Mollaer’in yakınlarda geliştirdiği bir eleştiriyle tekno-muhafazakârlığa dayamaya kalkışırsanız, coğrafi determinizme düşmeniz kadar kolay bir iş yoktur. Farklı satıhlarda, “coğrafya kaderdir”in Strabon’un coğrafyasından ya da Napoleon Buonoparte’nin deyişlerinden derlendiği yönünde iddialar var. İkisinin de doğru olma imkânına katılıyorum.

Coğrafya mekân, mesken ve imkândır.

Kader hakkında sosyolojik bir tefekküre başlamak isterseniz, öncelikle Max Weber’in beruf kavramına bir göz atmakta fayda var. Birinci sınıf derslerine girmiyorum bir süredir, fakat ikinci sınıf öğrencilerime ilk anlattığım Emile Durkheim’in İntihar metni ise, ikinci anlattığımda Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu metni oluyor. Beşinci sınıfa, yani yüksek lisansa geldikleri vâkit, bunların hepsini birbirine sımsıkı yapıştıran Althusser’in Devletin İdeolojik Aygıtları olacaktır. Dışı olmayan içerisi ya da Çağrılmayan Yakup – bilhassa kuramsal bir Edip Cansever şiiri.

Evet, kurbağalara bakmaktan geliyorum

Sanki böyle niye ben oradan geliyorum

Telaşlı, aç gözlü kurbağalara

Bakmaktan

Bilmiyorum

Bilmiyorum, bilmiyorum

Ben, yani Yusuf, Yusuf mu dedim? Hayır, Yakup

Bazen karıştırıyorum.

Edip Cansever, Çağrılmayan Yakup

İslâm hikmetinde de, Sühreverdi’den İmam-ı Rabbani’ye (Serhindi), Gazalî’den, İbn-Rüşt’e kaderin ne demek olduğuna dair, epistemolojik olmaktan ziyade ontolojik bir tartışma mevcut, vâktiyle bunun hakkında epeyi kafa yormuştum, zira, İstanbul’dan önce Türkiye’de folk Müslümanlığı hakkında bir tez yazmaya bile yeltenmişliğim var.

Velhasıl, çağrılmadan gittiğim Erbaa’da sanki çağrılmışım gibi karşılandım, halbuki kurbağalara bakmak gibi bir derdim de yoktu.

Erbaa’nın Kaderi

Ama Erbaa’nın ancak Eylül 2019 sonunda tekrar anacağımız bir talihsizliği vardı, o da Kuzey Anadolu Fay Hattı’nın bir zamanlar tam üzerinde olmasıydı. Bu konuda en ayrıntılı ve açıklayıcı yazıyı Evrim Ağacı‘nda okuyabilirsiniz

1939’da Erzincan depremiyle harekete geçen fay hattı, 1942’de Erbaa’nın ve Niksar’ı dümdüz etmiş, geriye kasabadan hiçbir şey neredeyse kalmamış.

Bu da, cumhuriyetin en zorlu yıllarından saymamız gereken İkinci Dünya Savaşı’nda hükûmetin şehri yeni ve güvenli bir yere taşımasıyla sonuçlanmış. Haber 22 Aralık 1942’de Cumhuriyet sayfalarına girdiğine göre, 20 ya da 21 Aralık 1942’de gerçekleşen depremde yüzlerce insan hayatını kaybetti, kasaba da yerle bir oldu.

Şehre ilk adım attığım andan itibaren, şehri farklı kılan bir şeylerin olduğunu fark ettim. Sokaklar, alışıldık taşra planına uymuyordu. Türkiye’de taşra şehri, ana bir bulvarın etrafında gelişigüzel örgütlenen, plancıların yağ lekesi dediği izi açılan her yeni yol boyunca takip eden bir hatla malûldür. Yürümek için değil, tanıdıklık için inşa edilir yollar.

Bu yaz, iki kere Şereflikoçhisar’dan, bir kere Sandıklı’dan geçtim; yıllarca Edremit’e gidip geldim. Belki Edremit yavaş yavaş bu taşra planlama anlayışını terk ediyor -yirmi beş yıl sonra, ilk defa şehirleşme emareleri beliriyor. Ancak, maalesef, Türkiye’nin küçük, orta ve büyük ölçekli bütün şehirciliği, yolkıyısı kentleşmenin kurbanı. Karadeniz sahilinde, Karadeniz otoyolunun buna çok kötü bir etkisi oldu, belki bir tek Sinop otoyoldan uzak kalması sayesinde kendine özgü kentsel bir dokuyu korumayı başardı. -korumak demeyelim, koruyamadığını biliyorum, sonuçta ben bütün çocukların hayalindeki bir kale ve liman şehri olan Sinop’ta büyüdüm, o hayali bir başka zaman anlatırım.-

Erbaa Öğretmenevini Kesen Caddelerden birisi

Erbaa’yı farklı kılan, geniş caddeleri, birbirini dik kesen sokakları ve üç katlı evleriydi. Sokağa ilk adım attığım andan itibaren, yürümeyi, adımlamayı sevdiğim bir yer olduğunu fark ettim.

Ne oldu da üç katlı evler yapmaktan vazgeçtik. Ne zaman sokakta yürürken gökyüzünü görmeyi, dev betondan blokların içinde tıkış tıkış yaşamaktan daha değersiz saydık. Cevabı, gecekondulardan apartmanlara geçişimizde, şehrin dışarlıklı mahallelerinin şehre dahil olmasıyla, zayıf geleneklerle ilgili.

Dört katlı bir apartmanın en üst katında yaşadınız mı bilmiyorum, asansörlerden önce başlayan bir açgözlülük, planlamaya ve siyasete dair bir zafiyet bu. Ankara’nın zamanında en parlak mahallelerinden Ayrancı’nın bile sokakları adım atılmayacak kadar darken, onlarca apartmanda dördüncü kata çıkmaya uğraşanların nefesleri tıkanırken, plancıların deyişiyle HMax’ın 10.5 metreden fazla olmasına nasıl izin verdik. Bugünden bakınca, bir şeylerin, bir zamanlar çok yanlış gitmeye başladığını görüyorum.

Erbaa’nın planlaması, cumhuriyetin şehri yeniden kurmasıyla olduğu kadar, zelzelenin verdiği hasar ve kolektif hafızada bu hasarın izleriyle de ilgili olmalı. Erzincan depreminden sonra, 17 Ağustos’tan önce, en korkunç deprem deneyimlerinden birisi, Erbaa’nın yaşadığı.

Hükûmet Meydanı’ndaki Parktan bir Manzara

Şehir Meydanı

Pek az taşra şehrinde bulunan, Ege’nin güzelim kasabalarında bir zamanlar turizm ve metalaşmanın istilası yaşanmadan önce ağaçların altında oturup kafanızı dinleyebileceğiniz türden bir şehir meydanı var Erbaa’da.

Meydanın ortasında, çok da keyifli bulmasam da çocukların oynarken epeyi keyif aldığı fıskiyeler var. Meydanın güneyinde belediye binası, kuzeyinde lokantalar ve merkezdeki yegâne iki içkili mekân, batısında eski usul çay bahçeleri ve kahveler, kuzeybatısında ise kaymakamlık var. Tipik ızgara plana sahip şehrin bütün kalp atışını, eğer eski nesil kent sosyologlarını takip edecek olursak, bu meydanda bulmak mümkün. Ben yaz ortasında oradaydım, akşam yemeğinden geceyarısını geçene kadar şehir meydanı dolup taşıyor, dondurmasını alan çocuklar, çekirdeğini kapan yetişkinler meydanı çevreleyen banklarda vakit geçiriyorlardı.

Eski usul kahvenin en iyisi, şehir meydanındaki sekizgendi. Kahvenin işletmecisinden mülhem bir adı var mı bilmiyorum, fakat adisyonların bile üzerinde sekizgen yazdığı için, ben de doğru isim olduğu zannına kapıldım. Dev çam ağaçlarının altında, sabah kahvesi, Karadeniz’in nemli sıcağı ve yakıcı güneşi bastırmadan yapılabilecek en iyi işlerden birisiydi.

Bir de, Engin Günaydın’ın Erbaa’lı olmasından mütevellit, onun senaryosunu yazdığı, Taylan Kardeşler’in çektiği Vavien de Erbaa’da, hatta Günaydın’ın ağabeyinin elektrikçisinde çekilmiş. Epeyi yürümeme rağmen dükkanı bulamadım.

Sekizgende Sabah Kahvesi

Konaklama

Erbaa’da öğretmenevi, saha günlerimde çok zaman geçirdiğim çoğu öğretmenevinden daha iyi ve temizdi. Bir iki tane daha iyi otel vardı, gerçi, telefon veya yüz yüze verdikleri fiyatlar, odamax fiyatının yüzde kırk fazlasıydı.

Şehir Meydanı’nın doğusunda, otellere ve dükkanlara giden cadde

Tabii, öğretmenevlerinin bütün diğer kamu kurumları gibi kamusal işletmeye yönelik bir çabası kalmadığı için mutfağını ve sosyal tesislerinin bir kısmını -yani bahçesini- özel bir işletme işletiyordu. O da hafta sonu, düğün dernek, hafta içi de geç saatlere kadar müzik olarak bize geri döndü, ayarlamaları buna göre yapmakta fayda var. Sanırım bir daha gidersem yeni otellerden birinde kalmayı tercih ederim.

Yeme-İçme

Yeni gittiğim yerlerin çoğunda yaptığım hatanın bir benzerini burada da yapıp, yeterince otantik deneyim peşine düştük. Onun için de, çok cilalı olmayan, terası bulunan, bir menüsü bile olmayan bir yerde oturmak gafletine kapıldım. Turistik olandan kaçarken, genelde turistik olana kapılmak diye tarif edebilirim bu durumu. Tokat kebabı, muhtemelen iyi bir yemek. Ama kırk beş dakika bekledikten, karşılığında 180 lira hesap çıkarılmasına değecek bir yemek değil. Çoğu yanmış sebze, tatsız tuzsuz kaburga parçaları, kötü servis.

Tokat Kebabı olduğu iddia edilen mangaldan çıkma tepsi yemeği

Bilmiyorum, belki de Gaziantep’ten geldiğimizi söylememiz gerekirdi. Bu güzel şehirdeki tek can sıkıcı anım, ilk günün yol yorgunluğundan sonra yediğimiz bu tatsız yemekti. Hesaba itiraz ettikten sonra da, iki kişi bir saattir dükkanın ortasında olmamıza rağmen, pardon, 50 lira fazla yazmışız, üç porsiyon zannettik diye, 130 liraya indirilen hesap.

Tabii, bütün yeme içme deneyimi bundan ibaret değil, ismini vermeyeceğim yer, otantik görünen yerlerden uzak durmak konusundaki beynelmilel tavrımı bir kere daha doğruladı. Ancak, Lykos isimli, hemen şehir meydanında öyle güzel bir lokanta var ki, ilk günün bu kötü Tokat kebabı deneyimini sildi attı.

Dünyanın en güzel dolmaları, Lykos’ta

Erbaa’nın dolma yaprağıyla meşhur olduğunu bilmiyordum. Benim orada bulunduğum haftanın sonunda bir yaprak festivali olduğunu görmüştüm, ama ancak dolmayı yedikten sonra bağlantısını kurabildim. Bu kadar iyi yaprağa sarılmış dolma yediğimi hatırlamıyorum.

Lykos, belli ki şehre gönül veren işletmeciler tarafından kurulmuş, çocukla da gidilebilecek, ama özellikle öğle yemeği yemek için mutlaka ziyaret edilmesi gereken bir yer. Akşam yemeğinde ortalamanın üzerinde pide yapıyorlar, fakat esas mesele, öğlen saat 13-14 sularında biten sıcak yemekleri. Birkaç gün üst üste yemek yeme fırsatım oldu, İstanbul’un o eski esnaf lokantalarının mutfağını hatırlattı bana.

Lykos’un Bahçesi ya da Modern Hayat

Bahçesinde gün boyu oturup çalışabilir, kahvenizi içebilir, karnınızı doyurabilirsiniz. En hoşuma giden -çalışamadığım zamanlarda canımı sıkan- öğleden sonra ikiden sonra Erbaalı kadınların günlerini Lykos’un bahçesinde yapmalarına tanık olmak oldu. Ev dediğimiz şeyin dozunu azalttığımız zaman şehre daha aşina olabilecek miyiz, ev, bizim şehirden kaçışımız mı, kafelerde neden sadece gençler -kaçınılmaz olarak ev/sizler- takılır sorularının kısmi bir cevabı var tabii bu izlenimde.

Taşrada, insanın nispeten içini rahatlatan iki şeyden birisi içkili mekânlarsa, diğeri de içki satılan Migroslardır kanaatindeyim. Bu anektodal varsayıma Tekel büfeler dahil değil, onların daha maskülen bir grup kimliği oluşturmakta, kutu biralarla otomobilde harcanan karanlığa -kelimenin gerçek anlamıyla arabeske tekabül ettiği- bir işlevi var gibi geliyor bana. Bunun neden öyle olduğu çok uzun bir mesele, kültürelcilikten beslenmemekle birlikte, bir kısmı içinde büyüdüğüm şehirlere ve ülkeye duyduğum nostaljiyle ilgili. Yetiştiğim ve belirli normları olduğunu zannettiğim kültürün normlarının çok çabuk değişmesi ya da o kültürel dönüşümün diğer tarafında yer almak, belirli bir toplumsal kaygı da taşıyor kendi içinde.

Erbaa’da, en son Mudanya/Güzelyalı’da feribot beklerken bir bira içmek için takıldığım ganyan bayiinin karşısındaki birahaneye benzer bir yer var. Bu bahsettiğim birahane kültürü, 1990’ların sonunda Anadolu grubunun birayı tabana ve kadınlara yayacağız diyerek, mesela ilk Bostancı’daki Çınaraltı’ndan başladıkları yenileme ve soylulaştırma çabalarından önce gelen, muhtemelen 1950’li yıllarda ilk defa yaygınlaşan, ondan önce de temeli kahvelerle içki içilen yerlerin ayrışmasına giden bir kültür. Sadece erkeklerin olduğu -bir zamanlar Beşiktaş’taki Kazan mesela- ama o erkeklerin de birbirleriyle değil, sadece masalarındakiyle muhatap olduğu bir kültür. Orhan Kemal’in romanlarındaki mekânlar. Arabeskin evi. Ankara’da da Büyük Ekspres vardı, Şişli meydanında ganyancıların yanındaki birahaneler gibi, Kadıköy rıhtımda şehirlerarası otobüs acentalarının arasında yıllarca direnen şimdi adını unuttuğum o yer gibi. Ankara’da bir zamanlar Kumrular caddesini kesen İzmir-2’de mesaiden çıkan memurların iki bira içtikleri o mekânlar gibi. Kadıköy’de eski Olimpiyat birahanesi gibi. Bir nevî zaman yolculuğu oldu Erbaa’daki o birahane. Tabii hemen yanında, yeni nesil kafe-barlardan da var, arabesk olmayan, ama ne olduğu da belli olmayan müzik çalan, daha karanlık, daha tasarım, fakat, tabii en iyisi, kadınların da girebildiği mekânlardan.

Bir yandan düşünüyorum, birahaneler de, onlardan sonra kahvehaneler de öldüğüne göre, bizim bu meyyus erkeklik kültümüze ve onun envai çeşit kültürel ürünlerine ne oldu? Hiç içinde yer almadığım ama hep kıyısından tanıdığım bir şey değişmeye başlayınca değişimi sadece ona çok benzeyen bir yerlere tesadüf ettiğimde tanımak.

Taşrada Zaman

Taşrada unutulmuş zamanı bulabilmek mümkün mü? Erbaa’da üç gün için bu yalana kendimi inandırdım. Yoksa, taşra, bilmeniz gerektiği üzere, taşra değil. Kendi dinamikleri, kendi karmaşık hayatı, kendi ritmi olan bir varlık/uzantı.

Erbaa’da, sanki Mike Davis’in City of Quartz’ın açılışında yaptığı gibi bir şeyler var, kaybolan giden zamanda benim aradığım şey de olabilir bu; cumhuriyetin planlamasının, o cumhuriyetten çok daha sonra bile yaşadığı, ama artık üç katlı ve on altı metre yapıların yükseldiği, kötü hamburger ve fena olmayan kahveyi camdan kupalarda getiren yerlerin yeni bir hayatı nargile kokusuyla birlikte sunduğu yeknesak bir düşler ülkesi.