Çeviriler 1: Kodaman Sosyologlar, Martin Nicolaus

Çeviriler 1: Kodaman Sosyologlar, Martin Nicolaus

Başlık görseli, 2006 yılında Binghamton’da açtığım 1960lar: Toplumsal Hareketler dersinin afişinden. O zamanlar yaz okulunda ders açma lütfuna nail olunca, öğrenci toplamak için afiş asmak, tanıdık tanımadık bütün lisans öğrencilerine haber salmak gerekirdi. Bir önceki yaz okulunda dersim öğrenci yokluğundan kapanıp, ben de yazı beş parasız geçirmek zorunda kalınca, 60lar evet metalaşma, evet reklam, evet tüketim karşıtıydı amma benim de yazın karnımı doyurmaya ihtiyacım var diye bu görselleri hazırladıydım. Güzel ders olmuştu. Hattâ, bir iki öğrencim benden yaşça epey de büyüklerdi. 

Nicolaus ve Marx çevirisi

Sekiz yıl önce çevirdiğim, 1960’lardan kalan keyifli bir metni yeni bloga aktarayım diye başladım, sonra, sirke kararında, bu delişmen metnin yazarını yıllardır bulamadığımı düşünüp, hiç olmazsa güncel bir fotoğrafını bulayım -ama umutsuzum- diye google araması yaptım. Daha önce defalarca Martin Nicolaus araması yapmıştım, bizim kuşak için olmasa bile, 68’liler için efsane bir isimdir. Perry Anderson’dan daha kabiliyetli bir kuramcı, Althusser’den hem daha anlaşılır hem daha parlak ve aktivist, zamanın New Left Review çevrelerinin peygamberi/gurusu olmaya hızla koşan, bir de hepsinden de önemlisi, Grundrisse’yi Almanca aslından İngilizce’ye çeviren karakter.

Danışmanım vaktiyle, Nicolaus’un, bu çevirileri ayakkabı kutularında saklayıp, bir vagabond gibi yanında öylece taşıdığını söylemişti. Danışmanım abartmayı bir hayli severdi, hikâye anlatmayı da. En azından, Nicolaus’un ağzından öyle olmadığını öğreniyoruz:          

In those early San Francisco days I was so consumed by the translation that I led an almost monastic life, much of the time…Many marriages and other relationships in those days were wide open… One night I got stinking drunk and propositioned the girlfriend of an absent friend, who turned me down. So did the waitress who shared the Church Street apartment with me. People had a lot of sex, but they made choices. I was lucky in that the only “bug” I caught was a case of the crabs, itchy but easily cured.
After translating Marx’s writing, which took about a year and a half, I still had to write my introduction. This involved some intensive, time-consuming research. While I was working on the introduction, my money ran out. Not a big problem. I worked a variety of odd jobs around the city.

Marx’ın İngilizce’ye çevirisiyle ilgili de böyle enteresan bir şey var, Edward Aveling çok meşhur bir bon vivant, karısının -yani Marx’ın kızı Jenny’nin- canına okuyacak kadar. Brewster çevirisi çok daha iyidir tabii.

Nicolaus’un Grundrisse önsözü efsanevidir, Resultate’yle beraber, yeniden ve daha okült bir Marks okumasının yolunu açan geçitte bulunur.

Fat Cat Sociologists ya da Türkçesiyle Kodaman Sosyologlar

Şöyle yazmışım vaktiyle bloga: “Uzun bir süredir blogumuzdan ayrı kalmıştık, tekrar işe sarılabiliriz gibi görünüyor. Malum, elimizde devasa bir çeviri işi var; ona ısınma babında daha evvelden hazırladığım veya bu illa ki türkçeye çevrilmeli diye düşündüğüm bir iki yazıyı ekliyeceğim buraya. Önce Martin Nicolaus’un Fat Cat Sociologists’i:”

Devasa çeviri dediğim, David Harvey’nin Limits to Capital’ı, ki, esas olarak 2. bölümünün ilk çevirisini yaptıktan sonra, oradan biraz uzaklaştım.   

Daha evvel İngilizce 1960’lar ve sosyoloji dersini vermiştim birkaç defa. Benim için en güzel derslerdendi, öğrenciler için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Bu 1960’lardaki toplumsal hareketlere dair, Martin Oppenheimer, Rhonda Levine ve Martin Murray’nin derlediği (sonuncusu mezkur danışmanım oluyor), fevkalade bir kitap vardı, maalesef o kitabı da kaybetmişim, Nicolaus da kitaptan bahsediyor. Aşağıdaki metin pek çok yerde alıntılanmış, orijinalini İngilizce’de çok rahat bulabilirsiniz. Esas metin ise şuradan indirilebilir: http://nicolaus.com/wp-content/uploads/writings/fatcat.pdf

Nicolaus'un web sitesi hayli kapsamlı bir siteydi. Bazı bağımlılıkları neticesi, 1970'lerin sonunda nasıl yeniden bir hayat kurduğunu, avukat olduğunu anlatıyordu. 2022'de hacklenmiş ve yazdıklarının büyük kısmı kaybolmuş. O nedenle, buraya da metni ekliyorum:

Metni ilkin okuduğumda çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Bir yığın 1960’lar metni okudum, çoğunun idiyotik olduğunu, aptalca saiklerle yazıldığını düşünmüştüm, hâlâ öyle düşünüyorum. Bu metin istisnaydı, bir iki iyi yazılmış BPP metniyle beraber, 1960’lar kalemin değil, sözün kuvvetli olduğu bir zamandı. Öyle ki, insan okuduğunda yazılan şeylerin pek çoğunun kalitesinden utanmaktan başka bir şey yapamıyordu.

Neyse, eski açılış sunuşumuzdan devam edersek, aşağıda okuyacağınız, Nicolaus’un 26 Ağustos 1968 tarihinde ASA kongresinde Sosyoloji Kurtuluş Hareketi adına kürsüyü işgal ettikten sonra -az sonra alıntılayacağım üzere, aslında, izinle çıktıktan sonra, zirâ, kendisi konuşmayı yaptığı esnada Simon Fraser Üniversitesi’nde öğretim görevlisi imiş- yaptığı konuşmadır. Vietnam bağlamında okumakta fayda var.    

Kodaman Sosyologlar     

Bu söyleyeceğim sözler Sağlık, Eğitim ve Refah bakanına değildir. Bu adam zaten kendi rızasıyla iki cephede birden varoluş savaşı veren bir hükumetin mensubu olmayı kabul etti. Vietnam’daki gibi emperyalist savaşlar, genelde iki cepheli savaşlardır-biri yabancı boyunduruk altındaki nüfusa, diğeriyse yerli boyunduruk altındaki nüfusa karşıdır. SER Bakanı yerli cephede halka karşı verilen savaşta bir subaydır. Vietnam’a karşı bilinçlendirme çalışmalarımızda edindiğimiz deneyim gösterdi ki tabi nüfusla onun yöneticileri-hükümdarları arasındaki diyalog baskıcı  hoşgörü  üzerine bir tatbikattır; bu, Robert S. Lynd’in sözleriyle, tavuklar ve filler arasındaki diyalogdur. Yani üzerimde iktidarı vardır-o yüzden iddialarında haksız da olsa, o haklıdır; ben haklıysam bile haksızımdır.

(Bu hitap hakkında, Nicolaus, ben ne yaptım diyor sonra, hem kendi ekibime, hem de Amerikan Sosyoloji Birliği’ndeki diğerlerine çok zarar verdim. Ama zaten sahneye çıkarken ne diyeceğimi bilmiyordum, söylediklerimi de ASA olmasaydı şimdi hatırlayamazdım. İngilizce söyledikleri daha komik ve enteresan tabii, bunun için, nicolaus.com’da simon fraser kısmına bakmanızda fayda var, ben kısaca dediklerini şöyle özetleyeyim:

Before I arrived in Boston, SLM leaders had met with ASA organizers and painted the spectre of loud, organized disruptions from the floor during Cohen’s address, with the attendant police intervention, batons, chairs flying, mass arrests … similar to what was happening during this period at other venues around the world, and very bad publicity for the ASA. A compromise was reached, whereby the SLM was given fifteen minutes for its own speaker to respond to Cohen’s keynote.

The SLM speaker had not been picked yet, and I remember sitting with the SLM caucus in the back of the hall minutes before Cohen was due to start. Who was going to go up there in front of those thousand colleagues and answer Cohen? I didn’t volunteer, I was scared. Nobody volunteered. But people knew about the SFU struggle, and eyes turned toward me. Suddenly a consensus crystallized and I was pushed up on the dais. I had less than ten minutes to prepare. Hastily I scribbled notes on the back of the program.

Martin Nicolaus üniversitede sosyolojiyi eleştirirken, 1968, kaynak: https://rdln.files.wordpress.com/2013/12/mnatsfu-190w.jpg

Burada bakanın hitap ettiği kitleye sesleniyorum. Hala umut var-her ne kadar vakit geç olsa da-burada toplanan sosyoloji mesleğinin üyeleri ve meraklıları arasında hayatinin kontrolünü onu değiştiremeyecek denli kaybetmesine yol açacak satılmışlıkta ve tavizkarlıkta olmayanlar da olduğunu umuyorum.

Bu buluşmanın düzenleyicileri ve önceki konuşmacı otelde dört başı mağrur bir ziyafetteyken ben yolun karşısındaki bir kafede sosisli yiyip iki fincan kahve içtim. Bu yüzden bakış açım farklı olabilir.

Mesleğinizin seçkin yöneticileri Sağlık, Eğitim ve Refah denilen şeyin başında. Aranızdan sessiz dinleyiciler getireceğim tanımın-adamın ne yaptığının tasviri- tahminen sert bir mesaj taşıdığını düşünebilir. Ama aranızdan bir çoğu, kati araştırmacılar dahil, ya zaten iyi biliyorlar, ya da bilmek zorundalar. Bu adamın başında olduğu daire önlenebilir salgın hastalıkların eşitsiz dağılımı, yerel propaganda ve doktrinasyonun finansmanı ve ucuz ve itaatkar yedek emek gücünün muhafazasını -diğerlerinin ücretlerini düşük tutmak amacıyla- sağlayan birimdir. O, hastalık, propaganda ve grev kırıcılık bakanıdır.

Bu size çok ağır gelebilir, fakat her şey nereden baktığınıza, nerede durduğunuza bağlıdır. Sheraton Oteli’ndeyseniz bu tanım hakaretamizdir, ama eğer siz baylar ve bayanlar Roxbury’e doğru önümüzdeki sokağı adımlamaya tenezzül ederseniz bambaşka bir perspektif ve lügatle karşılaşabilirsiniz. Sosyal dünyaya o dünyanın en dibindekilerin gözleriyle bakarsanız, size tabi nüfusun gözleriyle (tabii, eğer kendi aranızda özen gösterdiğinizi varsaydığınız derecede keskinlik bahşederseniz o gözlere), o zaman kendinizi adadığınızdan bambaşka bir sosyal bilimler kavramını fark edeceksiniz. Bu demek oluyor ki bu geceki toplantı sosyal gerçekliğin bilgisi üzerinde çalışanların, ya da çalışılmasını destekleyenlerin, bir araya gelmesi değildir. Bu, üst ve ast rahiplerin, yazıcıların, entelektüel uşakların ve onların masum kurbanlarının, hatalarının karşılıklı onayı ve mitin ortaklasa kutsanmasına giriştikleri bir buluşmadır.

Sosyoloji ne şimdi, ne de herhangi bir zaman objektif bir sosyal gerçekliğin arayışı oldu. Tarihsel olarak bu meslek, ondokuzuncu yüzyıl Avrupa gelenekçiliği ve muhafazakarlığının yirminci yüzyıl Amerikan şirket liberalliğiyle nikahının uzantısıdır. Demek ki, sosyologların gözleri, nadir ama onurlu (ya da onurlu ama nadir) istisnalar hariç, aşağıya doğru bakarken, avuçları yukarı doğru açılmıştır.

Gözler aşağı; çünkü alt sınıfların eylemliliklerini çalışmak gerek- o eylemlilikler ki hükumetlerin iktidarının sorunsuz uygulanışında her zaman sorun çıkarmışlardır. Bu toplumun muktedir sınıfı kendini bizatihi toplum olarak tanımladığı içindir ki, tıpkı Davis ve Moore’un 1945 tarihli mahut propaganda makalesinde toplumu salt o toplumu yönetenler olarak tanımlamalarındaki gibi, muktedir sınıfın sorunları toplumsal sorunlar olarak anlaşıldı. Meslek bu göz yaşartıcı durumdan sıyrılmıştır: toplumsal sorunlar artık kullanılan kavramlar arasında değildir, fakat altında yatan perspektif hala aynidir. Sosyolojik olarak ‘ilginç’ şeyler, dağın tepesinde oturanlara -ve bir depremin haberci sarsıntılarını hissedenlere- ‘ilginç’ gelen şeylerdir.

Sosyologlar garnizonda hazırolda beklerler ve efendilerine işgal altındaki nüfusların hareketleri hakkında rapor verirler. Daha maceracı sosyologlar ‘alana’ tebdil-i kıyafet çıkıp, köylülerin arasına karışır, kitaplar ve makalelerle döner, tahakküm altındaki halkların kendini sardığı koruyucu perdeyi kaldırır ve manipülasyon ve kontrole elverişli hale getirir. İşvereninin memur ettiği bir araştırmacı olarak sosyolog kesinlikle bir çeşit casustur. Uygulamada bu iki meslek salt casusluk metodlarının elektronik olarak daha gelişkin olmasıyla ayrıştırılabilir. Sadece bir kaç örnek vermek gerekirse, endüstriyel sosyolojinin yükselen ’emek-belası’ ile ortaya çıkması, ekonomi politiğin seçimlerin tahmin edilebilirliğinin azalmasıyla önem kazanmaya başlaması, ya da ırklar arası ilişkiler sosyolojisinin tam da günümüzde gelişmesi bir rastlantı mıdır?

Siz sosyologlar, işlerinizi dayak yiyen sendikacılara, bıkkın seçmenlere ve katledilen siyahlara borçlusunuz. Sosyoloji su anki önemine ve gelişmişliğine yoksulların ve ezilenlerin kanı ve kemikleri üzerinden geldi; toplumsal prestijini muktedir sınıfa hükmetmenin yollarına ve araçlarına dair verdiği bilgi ve tavsiyelerdeki tartışılmaz yeteneğiyle edindi.

Sosyologun gözleri aşağıdaki halka bakar, sosyologun avucu da yukarıdakilere doğru açılır. Bugün sosyolojinin ezici bir kısmının bazı süsler-bilgisayarlar, yazılımlar ve anketler- sayesinde bu süsleri karşılayabilecek parası olan ve yüzlerce zeki kadını ve erkeği zararsız tırıvırıyla meşgul etmekte ve sokaktan uzak tutmakta sakınca görmeyen insanlara satılmış olduğu ne gizli bir bilgi, ne de yeni bir buluş. Her bir araştırmacının beynini rüşvetle sattığını iddia etmiyorum-her ne kadar çoğumuz bunun bilfiil gerçekleştiği araştırmalardan haberdarsak da- ama sadece mesleğin hakim yapısı, tüm üyelerini bir noktaya kadar sosyalleştiren, toplumun muktedir sınıfına hizmetin en yüksek onur ve liyakat mertebesi olduğu bir yapıdır. (Konuşmacının kürsüsü buna bir örnektir.) Liyakatli sosyolog, statü sahibi sosyolog, ikoncan sosyolog, şişkin-sözleşmeli sosyolog, yılda-bir-kitap sosyologu, efendilerinin üniforması-takım elbise- içindeki sosyolog: bunlar mesleğin ahlâkını ve rengini belirleyen tipte sosyologlardır, şirket kapitalizminin malikâne-uşağından başka bir şey olmayan sosyolog tipidir bu; salt kendi hükümeti ve hâkim sınıfı için beyaz entelektüel bir Tom Amca değildir. Ve kanımca, sırf bu yüzden yıllardır süren izolasyondan sonra bile Amerikan ve Sovyet sosyologları o kadar ortak nokta bulabilmişlerdir birbirlerinde.

Bu ülkenin sözde eğitim sisteminin en parlak beyinlerini kuşaklar boyu bu sosyolojik uşaklık etiğiyle yetiştirmek, onları bu sosyokrasi içinde sosyalleştirmek bir suçtur: kendilerini bir ebeveyn-evlat ilişkisinden çok daha baskıcı bir loco parentis durumuna yerleştirenlerin gençliğe karşı işlediği bir çok suçtan sadece biridir bu. Yüksek lisans ve doktora eğitiminin, sosyal hayat hakkında edindirdiği bilgi göz önüne alınacak olursa, genç insanların akıllarına ve ahlakına karşı işlenen bu suç çok daha tahammül edilemez bir hal alıyor. Çünkü ağaçlar ve taşlar hakkındaki bilgilerin aksine insanlar hakkındaki bilgi kim olduğumuzu, ne yaptığımızı, ve geleceğe dair umutlarımızı belirliyor.

Eğer bilgi iktidarı getirmeseydi, bu toplumun iktidar sahibi şirketleri o bilgi için bu kadar para harcamazdı. Şimdiye dek sosyologlar bilgiyi tek yönde taşıdılar, halktan aldıkları bilgiyi muktedire verdiler. Ya bu makine ters-yüz edilirse? Ya zengin ve muktedirin alışkanlıkları, problemleri, sırları ve bilinçdışı güdüleri her gün binlerce araştırmacı tarafından sistematik bir biçimde didik didik edilir, an be an gözaltında tutular, analiz edilir, çapraz referansla kıyaslanır, çizelgelere aktarılır ve ucuz, erişilebilir yüzlerce dergide yayınlanır, on beş yaşında lise terklerin bile kolaylıkla anlayıp patronunun hareketlerini kolaylıkla manipüle ve kontrol etmesini sağlayacak şekilde yazılırsa?

Bundan on yıl önce ABD emperyalist düzeninin yapısı, işlevleri ve hareketi detaylı kamusal erişime, bilgilenmeye açık olsaydı Vietnam Savaşı olur muydu?

Sosyoloji, eşitsiz bilgi dağıtımını yaratmak ve artırmak, iktidarın yapısını göreli daha hâkim ve bilinçli kılmak, ve böylelikle tabi halkları daha cahil ve güçsüz bırakmak için çalışageldi.

1968 yaz sonunda, su anda iktidardaki parti tel örgüler ve zırhlı araçların korumasında kongresini yaparken, sosyoloji mesleği hala polis-katılımcı oranı bire birden daha az toplantılar yapabildiği için kendini şanslı saymalı. Bu, Lord Keynes’in bir sözünden alıntılayacak olursak; ABD halkının su anda yaşadığı güçlüklerin sıradan bir sosyoloji profesörünün çoktan unutulmuş makalelerinden kaynaklandığını bilmemesinden ötürüdür. Ya da, sosyolojinin halen ham ve kaba olması ve bu yüzden açık ve net bir tehlike arz etmemesindendir.          

1968, Robert S. Lynd ve C.W. Mills ve yüzlercesinin söylediklerini bir kere daha diyebilmek için artık geç, hatta çok geç: bu mesleğin reforma ihtiyacı var. Ve maalesef, sosyolojinin entelektüel uşaklığının ardında duran kuvvet ve parayı göz önüne alırsak, artık bu mesleğin bu yoldan geriye dönmesini beklemek de gerçekçi değil.

Ve buna rağmen gelecek yılki Amerikan Sosyoloji Birliği konferansı dikenli teller ardında toplanırsa, gene de üyelerin çoğu neden olduğunu anlamayacaklar.”

Martin Nicolaus, 1968

P.S.: Nicolaus, kritik bir dönem dışında, bu konuşmaya giden yolu ve sonrasını web sitesinde uzun uzadıya anlatmış. Tanıdığım karakterler arasında, ona benzeyen başka hiç kimse yok. 1980’lerin başında, içinde yetiştiği çevreyi geride bırakıp hukuk tahsili yapıyor; daha evvel öğrencilerime anlatmıştım ama, Amerika’da hukuk tahsili kadar meşakkatli bir iş daha yok -bizim memlekettekinin aksine. Ondan da alnının akıyla çıkıyor, uzun ve yıkıcı alkol bağımlılığını atlatıyor, ben Grundrisse’yi okumaya başladığımda, 2000’lerin ortası, hakkındaki tek bilgi bir kısım alkolizmden kurtulma kitabı yazdığıydı.

Gene bizdekinin aksine, 1968’deki bu konuşmaya bir hayli istihzayla yaklaşabiliyor, bir nevi Timur’a giderken zoraki kalabalığın önüne iteklendiğini ve de haddini bir hayli aşan şeyler söylediğini yazmış web sitesine.

Chevy Volt’la nasıl tatile çıktıklarını da anlatan güzel yazıları var. Nasıl bir uhrevi yer işgal etmişse insanların gözünde Grundrisse’in çevirmeni olarak -ve tabii, NLR’nin ilk kuşak polemikçilerinden birisi olması sayesinde, kaç kişi Mandel’e dalaşıp bunu övünerek anlatabilir ve hatta bundan kitap çıkarabilirdi ki- pek alışık olmadığımız bir bildungsroman olmuş hayatı.

P.P.S.: Yıllar sonra dün akşam Nicolaus’un web sitesini buldum, bütün gecem biyografisini okumakla geçti. New York kısmı yok bir tek.

P.P.P.S: Martin Nicolaus’un web sitesi: www.nicolaus.com