Çağlar Keyder'in Oğuz Atay'ın Eseri Üzerine kısa bir yazısı
Biz niçin onlar gibi olamıyoruz başlığını taşıyan yazıda, 1984 tarihli Milliyet gazetesindeki yazısında Atay'ı 1960'ların romancısı olarak tanımlar. Atay'ın, Türkiye'deki Batılılaşma sürecinde ortaya çıkan aydın tabakanın hem yaşam biçimlerini hem de bilinçlerindeki karmaşayı anlattığını belirtir.




Keyder'in kısa değinisi
"Biz niçin onlar gibi olamıyoruz?" - Çağlar Keyder
BENCE Oğuz Atay 1960'ların romancısıdır. Toplumun yüzyıllık "Batılılaşma" serüveninin nihayet kendini besleyecek nicelikte bir aydın tabakayı yarattığı dönemi anlatır. Bu tabakanın tek düze küçük burjuva yaşantıları, üç odalı evleri, taksitle alınmış otomobilleri ve "daire"-lerde maaşlı işleri vardır, fakat bilinçleri de toplumun tarihinden kaynaklanan karmaşasını yansıtan bir hercümerç içindedir. Türk romanının Batılı tipleri irdelemesi, onların uyum sorunlarını çözümlemesi ve geleneksel-modern ikilemini gündeme getirmesi yeni değildi. Fakat Oğuz Atay'ın anlatmayı üstlendiği durum, olayın toplumsal görünümünden, yaşantı biçimindeki uyumsuzluklardan öteye, bilinçlerin oluşumu süreciydi. 1960'larda aydın tabakanın Doğu-Batı sorunsalına karşı aldığı belirgin bir tavır yoktur, tersine o zamana kadar teşhis edilen çelişkiler, bütün karşıtlıklarına rağmen, oldukları gibi özümsenmişler, yaşamın parçası olmuşlardır. Aydınlar kişisel farklılıklarını bir toplumsal tabaka olarak da yeniden üretebildiklerinden çelişkili düşünce sistemleri sosyal iletişim içinde somutluk kazanmıştır. Asıl çözümlenmesi gereken olay bu çelişkilerin bilinçlerde nasıl yansıdığı, daha doğrusu bilincin oluşumundaki katmanların tanımıdır. Bu amaca uygun olarak Oğuz Atay'ın iki önemli romanında da olay ve dekor arka planda kalırken asıl ışıklandırılan kişilerin düşünce süreçleridir. Romanın seyir alanı kahramanların bilinçleridir. Romancı tüm bir kargaşanın bilinçte ve dolayısıyla da söylemde yansımasını ayrıntıyla sergilerken daha klasik anlamda tarihi-sosyolojik öğeleri dışarda bırakır. Sanırım kendi çabasının güçlüğü daha cazip gelmişti. Bu çaba aydının bilincinin ve söyleminin katmanlarını arkeolojik bir titizlikle ortaya çıkarmaktı. Birbirinden çok değişik kökenli (hem mekân hem zaman açısından) üslûplar tabakalar hâlinde, birbirlerine karışmadan, hiç olmazsa yeni bir bileşim meydana getirmeden, varlıklarını sürdürüyorlardı. Her tabakanın, her üslûbun kendi koşullandırıcıları, kendi tarihi vardı. Devletin ve özellikle resmi tarihin söylemi (Oğuz Atay belki de tarih kitaplarındaki anlatımı en etkin hicveden romancıdır), XIX. yy. Batıcılarının tercüme üslûbu, sonraki aşk romanlarının ucuz hissiyatı hep bir aradaydı. "Biz niçin onlar gibi olamıyoruz?" sorusunu bir yandan alaya alırken, bir yandan da çünkü onların İsa-Mesih'i ve Hamlet'i var diye cevap veriyordu. Nitekim T. Özben ve H. Benol, yabancılaşmadan inzivaya doğru ilerlerken, bu iki mitik karakterin hikâyelerini kendilerine temel alırlar. Yine de bu mecburi ithalât Doğu-Batı kargaşasından kurtulmaya yetmez. Yine söylemler karmaşıktır, yine bilinçler bölük pörçüktür, tutarlılık arslanın ağzındadır. Marx kitap rafından azarlayıcı nazarlarla bakar, Selim, Turgut ve Hikmet özür dileyip arayışlarını sürdürürler. Kahramanlar inzivaya ve giderek yokolmaya mahkûmdurlar çünkü onların dışındaki gerçeklik zorla bir araya getirilmiş yapay bir halitadır. Sonunda romancının da dediği gibi, "Çocuk ölüyor işte." Olayı çerçeveleyen toplum İkarus'un düşüşünü görmeyen çiftçi gibidir. Onların tutunacak yerleri vardır.
Bunları söylerken Oğuz Atay'ın romanındaki üslûp ve zekâ zenginliğini ve eşsiz mizahı unutmamak isterim. Zâten onlarsız tadına varılamazdı yukarıda anılan temaların...