Bir İmge Bin Kelime Hakkında
Bundan bir, bir buçuk sene önce, Ghost altyapısını kullanarak yeni bir blog türevi oluşturmaya karar vermiştim. Ghost, bir hayli dinamik, daha az sorun barındıran bir blog türevi gibi görünüyordu. Hâlâ da duruyor, yukarıda menüden imgeler kısmında Ghost altyapısına sahip görsel bloguma bakabilirsiniz. Ancak bu bir senede, covid’in getirdiği durgunluk zaten blogun hepsine sirayet etti. Bir şey yapmak istememek, elleri yıkamaktan, geleceğin karanlığını düşünmekten arda kalan vakitte durmak isteği, sanırım sadece beni değil, hepimizi derinden etkiledi.
Ölü Bir Ormanda Zamanı Aramak
Eğer e-maillerim geç geliyorsa, yazıları bitirmekte geç kalıyorsam, zaman yavaş akıyorsa, sanıyorum cevap budur. Ya da cevaplardan birisi en azından budur. 2020’yi, kendi kendimi de inandıramadığım biçimde üç kitap bölümüyle kapattım. Kullanmayı çok sevdiğim anlamıyla “normal şartlar altında” fena olmayan bir akademisyenin, yılda iki ayrı yapıt çıkarmasının yeterli olduğunu düşünürüm. Yani, sözüm meclisten içeri, bir makalenin bin türlü ayrı baskısını yapmayı saymıyorum, ancak, her sene iki ayrı düşünülmüş ve takriben 8bin kelimelik makale ya da kitap bölümünün verimli bir iş sayılması gerektiğini düşünüyorum.
Geçen sene bunu tamamlayıp, üç ayrı makaleye de çıkarmayı başardım. Herhalde başardığım için, ayrı bir hevesle yeni yazılara sarıldım. Ancak, insanın canından, işinden ve emeğinden daha aziz bildiği, ya da artık daha yaşlanınca aziz bilmesi gerektiğini düşündüğüm kızım, eşim, aile hayatı, kızımın öksürüyor olduğu gerçeği, covid nedeniyle evde oturuyor olduğu gerçeği, evde canının sıkılmaması gerektiği gerçeği, benim okumak istediklerimi okuyamıyor olmam gerçeği, normalde iki saatte anlatabildiklerimi kara duvar gibi önümde dikilen Zoom ya da Teams ya da Meet ekranlarına anlatamamaktan çekinmem gerçekleriyle, hatta ve hatta bu yüz yılda bir karşılaşılabilecek pandemi durumunu esasında kabul edememem hâliyle, ölüm korkusuyla, ne ölmekten korkmak ayıp ne de düşünmek ölümü diye yegâne şairin dizelerini sayıklamak hissinden -ki, ölümden korkmak ayıpsa, herhalde ölümü düşünmek de ayıp; usta gene bizi uyandırmış bir gerçekliğe, korkmak da düşünmek de aynı şeydir mi demiş nedir; hadi korkma da dememiş, en karamsar şiiri Karlı Kayınlar arasında gezindiğimiz o şiir, belirli bir zamanın en pırıltısız ve sızılı anında yazılmış.
Bir şey anlatamıyoruz, bir şey de olamıyoruz. Olsebep değil tabii ki blogu ve imgelerin istidradını boşlamam. Söyleyeceğimiz şeyleri söyleyememiş olmanın acısı ve sıkıntısıyla, Türkiye’yi bir yandan bir yana gezmek gerekiyormuş. İşin daha da tuhafı, Karadeniz’i hiç tanımadığım kadar son iki senede tanıdım. Karadeniz’in kütüğüme yazılması hilafına, kendisiyle hayatımın ilk otuz sekiz senesi nazarında çok da bir illiyetimiz yoktu. Filhakika, altı, yedi ve sekiz yaşlarımı, Rıza Nur kütüphanesinde Türkiye’nin en güzel deniz ve soba manzaralı okuma odasında geçirmeme rağmen ve bilhassa Karadeniz yağmuruyla, hep yalnız zannettiğim Sinop kalesinin o iç çeken duvarlarını parmak uçlarımda hissetmeme, anneciğimin evladım saatlerdir neredesin altı yaşında kafana göre nereye gidiyorsun sen diye suratıma aşk ettiği tokat gibi ağır laflarına rağmen kendimi karaltılar sancısıyla yaşayan o tuhaf su yığınının hep kenarında bulmama rağmen, memleketime çok uzun zamandır hiç gitmemiştim.
Pardon, çok gittim ama az gördüm.
Çünkü, bütün Karadenizlilerin bildiği, ama Karadenizli olmayanların hiçbir şekilde haberdar olmadıkları üzere, Samsun’dan batısı Karadeniz değildir. Sinop da sadece Karadeniz’e ayakları değdiği kadar oralıdır. Samsun için ise söylenen, hep bizim oralı olduğudur.
Biz nereliyiz pekiyi? Nereliyiz biz?
İşte buralı olmalıydım ben, tam burada!
Benim de en çok sorduğum soruydu küçükken. İstisnasız cevaplar, Karadenizliyiz, ama neresi, Rize, Rize neresi, biz Hemşinliyiz diye gider. Biz Rizeli değiliz tabii ki, sadece Rizeliler Rizeli, biz Hemşinliyiz. E ama öyle bir il yok. Olmayabilir. Rize de il olmayabilirdi, biz gene de Hemşinliyiz. E hangi ilçe burası. İşte Hemşin, Çamlıhemşin, Pazar, biraz Çayeli, az biraz Finduklu, biraz Artvin’de de var diyorlar. Haydaaa, bu kadar çok ilçe olur mu? Biz hangi ilçedeniz? Sorarlarsa oğlum, biz Pazar-Hemşinliyiz. Tamam, oldu. Babaannem nereli, o Samsun Hemşinli. Nasıl? Babaannen Samsunlu, ama Hemşinli.
Sonradan öğrendim, Ankara’da çok Hemşinli var, Düzce’de neredeyse nüfusun yarısı Hemşinli, Sakarya’da bayağı var, İstanbul’da gırla var-hatta, hep beraber vartovara ya da şenliğe ya da pikniğe işte adı neyse ona gitmiştik Bolu’da, Bolu’da da azıcık Hemşinli var. Her yerden Hemşinli çıkıyor. Bu arada Hemşinlilerin hepsi de Hemşinli değil, bazısı Çamlıhemşinli, Vicealtından, bazısı Gumnolu, bazısı Lamgolu. Son iki ismi gerçekten uydurmadım, ama yanlış hatırlamış olabilirim.
İşte, hikayenin nasıl başladığı karanlık. Yani, bir ben var, ama o bir bizin parçası değil. O biz, kesinlikle Lazların bir parçası değil. Orası Lazlık zaten. Arnavutluk gibi aha karşı yamaç Lazlık. Biz, biz de Türklük. Eh, Lazların da bize ne dediği tahmin etmeye başladım sonra sonra. Onlar da ha buralar Hemşinlik diyorlar Arnavutluk gibi.
Gülsüm babaanneyle Zehra babaanneyi hatırlıyorum. Gülsüm babaanne, babamın annesinin üvey anası, büyük ve maceraperest Vehbi dedemin ilk eşi. Pazar-Hemşin’in Kogis köyünden, yeni adı Akbucak mı ne, tam bilmiyorum yeni adını ama Açaba’nın mezrası Kogis. Vehbi dede, birini vuruyor, benim hep aklımda kalan birinin ya da kendisinin sevdiği kızı vurduğu. Bununla ilgili muhtemelen başka bir hikaye daha var ve babam hep bu hikayenin aklımda kalmış olmasına kızıyor. Her neyse, Vehbi dede, birini vurmuş, babamla anlaşamadığımız bir milyon şeyin arasında Vehbi dedemizin kimi vurduğu da var.
Gülsüm babaannemin gördüğü dünya bu muydu?
Vehbi dedenin vurduğu insan öldükten sonra, Vehbi dedem çok da sakin ve rahat bir insan olmadığı için ve muhtemelen yaptığının kanun gözünde bile çok hoş karşılanmayacağını bildiği için Hemşin’den kaçıyor. Samsun’a gidiyor.
Samsun, o zamanlar Atina’dan, yani bugünkü Hemşin’in bağlı olduğu Pazar’dan dört saat değil de bir ya da bir buçuk gün uzaklıkta olduğu için -o da vapurla, at sırtında herhalde üç ya da dört günden bahsediyoruz- bir daha kimse Vehbi budur diye onun peşine düşmüyor. Vehbi dede, Samsun’da başka bir Hemşinli olan Tevfik dedeyi buluyor -çünkü yakında akraba olacaklar, sayın Tevfik bey o nedenle dede, en azından benim açımdan. Tevfik bey, dedeliğimi yürütmesinin yanı sıra, borcu olan insanları çeşitli ikna yöntemleri kullanarak -anladığım kadarıyla kaba dayak bunların başında gelmekle beraber, şişlemek ve/veya vurmak da epeyi ikna edici diğer yöntemler arasındaymış- borçlarını ödeme yönünde cesaretlendirmekle Samsun ahalisi arasında nam salmış bir insanmış.
Velhasıl-ı kelam, Tevfik ve Vehbi çok iyi bir ikili olmuşlar Samsun şehrinde. Kısa zaman içerisinde, onlarca dönümü üzerlerine aldıkları yönünde hikayat duyduysam bile bunların gerçek mi yoksa uydurma mı olduğu yönünde sizlere doğru bir şey söyleyemem. Ancak, Vehbi, Tevfik’le o kadar iyi anlaşıyor ki, Tevfik’in kızıyla nikâh kıymasına Tevfik can-ı gönülden destek veriyor. Bu sayede, Samsun’un kabadayısı Tevfik bey, benim Tevfik dedem oluyor. Bu kısmı çok karışık.
Benim kafamda yazdığım senaryo, Tevfik ve Vehbi’nin bir Western senaryosunun baş kahramanları olduğu yönünde. Tabii, maalesef Tevfik ve Vehbi bu senaryonun iyi karakterleri midir, yoksa korkunç ve acımasız karakterleri midir, onu bilemiyoruz. Anlatılan, Milli Mücadele’de ikisinin de belirli bir rol oynadıkları, ancak 1930’ların başında neredeyse hiç aralıksız ince hastalığa teker teker teslim oldukları yönünde.
Hikayeyi süslemenin anlamı yok. Hikayenin kendisi tuhaf ve abartılı zaten. Eğer bir Western olsaydı, biz bilirdik değil mi? Yo, tam aksine, bir Western atmosferinde herhalde yirmi-yirmi beş yıl yaşamış insanlar. Beni mütemadiyen ilgilendiren, Vehbi’nin eve bir gün geri dönüp oğlunu görmeyi isteyip istemediğiydi. Zira, oğlu Tahsin amca, küçüklüğümde çok sevdiğim, gençken Almanya’ya çalışmaya gittiğini bildiğim, Almanya’da on yıl bile kalmadan geri döndüğünde Milli Görüşçü olduğunu artık bir noktada anladığım, anneannemlerin sitesinde yaşayan ve nazik davranan herkesin evindeki prizleri söküp takan, avizeleri yerine monte eden, dünya tatlısı bir insandı. Vehbi katil olabilir, belki de değildir şimdi günahını almayayım ama dünya üzerindeki en harika insanlardan birisi olmadığı kesin, fakat oğlu Fahri dünyanın en yalnız, en sağır, en sessiz, en işitmez, en mümin, en ince ve en kırılgan insanlarından biriydi.
Hakikat şu ki, Vehbi, asla geri dönüp oğlunu görmek istememiş. Fahri, babasız büyüyen hemen her çocuk gibi zorda kaldığında çok büyük kötülükleri yapabilecek ancak bu ağırlığı taşımadığı müddetçe de çok zarif bir insan olacak şekilde yetişmiş. Çünkü Tahsin’i benim annemle dayımı yetiştirmiş olan Gülsüm babaanne yetiştirmiş.
Bir gün, doksan metrekarelik bir evde, doğup büyüdüğü yerlerden çok uzakta, kaloriferle -hem de deli gibi yakılmasından hiç çekinilmeyen merkezi kaloriferle- ısıtılan on metrekarelik bir odada, denize doğru bakarken, annesini ve babasını gördüğüne inandığında, eşhedüenlailaheillallah diyen Gülsüm babaanne. Öldüğünde karnına bıçak konulan, büyük büyük babaannem, ölmeden hemen evvel, hayatında ilk tanıdığı insanlarla konuşuyordu. Vehbi’yle -yani babasıyla- konuşuyor muydu acaba?
Bilmiyorum. Hatırlamıyorum. Dünyanın en güzel ölümünü Gülsüm babaannenin yaşadığını biliyorum.
Yukarıda, bu postanın başındaki fotoğraf, onun yaylalara çıkarken gördüğü olmalı. Gülsüm babaanneyi annem çok özler, ben de çok özlüyorum. Herhalde, internet ortamlarının sonucu olarak, buraya kadar gelmemişsinizdir. Gülsüm babaannenin de, babası Vehbi’nin de ve onların hayatlarının değdiği nice insanın da çok uzun hikayeleri oldu.
Bir imge, bin kelimeye burada son veriyorum diyerek bu postaya başladım. İmge, nedir imge. Kendi kendimize, kendi kendimizin olduğu şeyi anlatmak için seçtiğimiz kelimeler mi? Oysa, belki de, bu kadar ümitsiz olduğumuz anlarda, ne kadar ümitvar olmamız gerektiğini bir kere daha o her neyse ona anlatmamız gereken zamanlar mı? – Kafamdaki en büyük soru işareti, bu hikayeleri duyduğum andan beri, “Vehbi”ye -dedeme- dur yapma, gittiğin yol, yol değil demekten bir şey çıkar mıydı? Fahri’nin hikayesini çok kısa anlattım, onu çok güçlü ne ki çok acımasız şeyler çok kırdı, o da böylesi nazik bir insan oldu desem, Vehbi’nin oğlu değil de işte bu hikayenin kahramanı Fahri diye düşünür müydünüz?
Nihayetinde, her imge, her kelimeyle kendini ifade etmekte sıkıntı duyuyor. Fakat her karakterin bir hikayesi var. Belki bir karakter, bin kelime demek gerekiyordu.
Ben da bu kadar dolambaçlı bir yok izlemeyeyim. Aklımda olan şeyi imgelerle değil, kelimelerle anlatmanın fevkalade bir biçimde daha rahat olduğunu düşünüyorum. Hemşinlilerin hikayatıyla başladık. Bakalım gerisi nerede?