Bir Binghamton Yazı: Sel, Felaket ve Sular Altında Kalan Evler
Binghamton seli 2006'dan bazı kareler ve ufak öyküleri.
2006’da, yağmurun artık hiç durmayacağını zannettiğim anlardan biriydi. Çatı katındaki evde, yağmurun tıpırtısı artık o kadar sıradan ve sıkıcı bir hal almıştı ki, biraz kesildiğinde kendimi dışarı atasım geliyordu. Öğrenci evlerinin en büyük sıkıntısı, içerisiyle dışarısı arasında hiçbir fark olmamasıdır.
Ben öğrenci evi insanı hiç olmadım. Hiç paltomun cebine bir kangal sucuk sıkıştırıp eve döndüğüm de olmadı, kızım 3 yaşına gelene kadar makarna pişirdiğim de. Makarnadan, hatta, bütün varlığımla nefret ettim bile denilebilir. İyi makarnanın nasıl yapılacağını anlayıncaya kadar.
Hava sıcak, nem, yukarıdan bütün bindirme kuvvetiyle saldırıyor. Eve kocaman bir vantilatör aldım. Ama nalet olası vantilatör o kadar gürültülü ki, değil uyumak, vantilatör çalışırken ne düşündüğünü anlamak bile olanaksız. Şansa, o sıralarda sokağa birisi kocaman klimalarından birini atmış. Zaar yenisini almış. Zira, o klima o kadar eski ki, Türkiye’de duvarlara 1980’li yıllarda takılmış klimalardan biri olduğuna eminim. Ne ki, pencereyle pervaz arasına sıkıştırıverdiğim gibi öyle bir tozlu amma ferah ve serin hava üfleyiverdi ki içeriye, topyekun toz olsa ne olur hissine kapıldım.
Amerika’nın tuhaf geleneklerinden birisi, deli gibi biriktirmek ve feryat figan içinde çöpe atmak. Çöp dediğime bakmayın. Sokaklarda hiçbir vakit hurdaaaaaaacı diye gezen biriyle rastlaşmadığıma göre ve sokağa çıkarılan çöpün ancak haftada bir çıkarıldığını kayda alırsak, bir klimayı bozuk vaziyette dışarı atmak çok büyük bir suç bile olabilir. Nitekim, ben o klimayı bir blok aşağıya -tabii, arabanın bagajında- hayli üfleye püfleye taşıdığıma göre, hem klimasından feragat edeni bir büyük suçtan kurtarmış oluyordum, hem de kendime -umarım- büyük bir iyilikte bulunmuştum.
Klima çalıştı. Birkaç ay sonra sokaktan aldığım bulaşık makinesinin çalışıp çalışmadığına pek emin değilim. Çalıştıysa bile, onu bağlayıp da şöylece bir el maharetiyle mutfak tezgahının altına sürükleyecek yer yoktu. Olsaydı, dünyanın en büyük nimeti olarak, bir Rus badici arkadaş sayesinde evin çatı katına çıkardığım bulaşım makinesi sayacaktım. Maalesef, olmadı.
Türkiye’de, sıcağın çok sıcak ve güneşli, soğuğunsa çok soğuk ve bulutlu olmasına alışmış bir insan olarak, New York eyaletinin upstate ya da güney dilimi -southern tier- olarak kendine dünyanın en acayip isimlerini takmış olan bölgesinde, güneşin çok soğuk ancak bulutun da çok sıcak olduğu gerçeğine alışamadım.
New York’un bu kuzey ilçesinde, kar yağdı mı hava -3 ile -5 arasında değişirken, karın bitmesiyle birlikte hava sıcaklığı -30’lara kadar düşüyordu. İşte belki Erzurum ya da Kars’ta görebileceğiniz dünyanın en güzide ayazı burada yaşanıyordu. Yazınsa, bulutlar ve yağmurlar birlikte gelen geçici ferahlama, yerini neredeyse 15 dakika içinde açan ve tonlarca suyu bir anda eriten kavurucu güneşe bırakıyordu. Neyin üşüttüğünü, neyin ısıttığını unutmaya başlamıştım.
2006 yazının sonunda, artık herkesin geçmiş olduğunu düşündüğü felaket dolu bir yaz bitmişken, yağmur Ağustos sonunda yeniden ama yeniden, biteviye dedikleri bir arzuyla her yeri, ama her yeri kuşatmaya başladı.
Bu eve 2003’te ilk gittiğimden itibaren büyük bir özenle bakmaya başlamıştım. Sayfanın başındaki fotoğrafta gördüğünüz ev. Neo-klasik özentisi, barok özentisi, Viktorya özentisi ve bir yığın iç bunaltıcı stilistik çirkinliklerden sonra, Amerika’da yegâne arzu edilip beğenilebilecek tarzın basit, abartısı ve ahşap modernizm olduğunda karar kılmıştım.
Herkes, ama herkes, nedense ABD’de modernizmden, modernist yapıdan nefret ediyordu. Hele bir de elinizde avcunuzda üç kuruş para yoksa, bu yapı onun timsali haline geliyordu.
O selde kaybolup gitti bu ev. Bu kadar ayakta kalması bile mucizeydi. Amerikan modernizminin mucizesi. Devasa otopark yollarıyla, çirkin ve anlamsız İyon sütunlarıyla hayatını sürdüren evler yerine, dev pencereleriyle -Amerikalılar için bir kabustur dev pencereler- bu yapı boğuldu gitti.
Bu yazı da, o eve böyle bir elegy olsun istedim. Bir de, bir imge, bin kelimeyi epeydir ihmal etmiştim, onu da unutmamak gerekiyor sanırım.