Gaziantep'te gece vakti iki apartman

9 ay sonra: Deprem Üzerine

Neredeyse 9 ay geçtikten sonra deprem sırasında yaşadıklarımı yazmaya başlayabilirim diye düşünüyordum ki, daha buna hazır olmadığımı fark ettim. Üzerinden iki haftadan da daha fazla zaman geçmiş.

Blogu tekrar hareketlendireyim diye uğraşıyordum Ocak sonu, Şubat başında. Eski linkleri düzelttim, haritaları temizledim, arama motorlarıyla bağlantıları ayarladım, bundan sonra haftada bir yeni yazı koyarım buraya düşüncesindeydim. Hayatımı kolaylaştıran bir şeyler de vardı, yıllarca Windows köleliğinden sonra Mac kullanmaya başlamıştım, yazı yazmak, bir şeyler paylaşmak için bulunmayacak nimetti.

Ocak sonu, 2023’te, iki haftalığına, Almanya’ya gitmeden önce kardeşimle zaman geçirmek için İstanbul’a gitmiştim. Kardeşimle uzun ve eğlenceli bir ilişkimiz olagelmiştir. İlhan benim tam ters kutbumda yer alan, dostluğunun kıymetine ancak 30’lu yaşlarında sonunda farkına varabildiğim bir insan. Dost dost diye nicesine sarıldık, ta en ufaklığımdan beri aynı odayı paylaştığım herif gerçek dostummuş, bunu da insan 40’lı yaşlarına geldiğinde fark edebiliyormuş.

İstanbul’da biraderin rahat ve güzel bir hayatı vardı. Ben de arada yancı olarak gidiyordum. Kardeşim, benden epeyi farklı olarak her şeyin en iyisini ister, çok zorlansa da elde eder. Yine buna benzer bir manevra gerçekleştirip, Kovid kapatılmaları başlamak üzereyken, Caddebostan’da denize nazır bir daireye kiracı olarak çıkmıştı. İstanbul’un akıl almaz gayrimenkul piyasası patlamadan hemen evvel.

Ben de tabii, her akademik ve aklı başında abinin yapacağı gibi bin tane nasihat verdim kardeşime, oğlum böyle yapma, bir ev al, oradan ayrılma gibi hayli sıkıcı laflar ettim. Onun da doğal olarak bir kulağından girdi, ötekinden de çıktı. Tanıdığım kadarıyla ilk kulağa bile tesir etmemiş olabilir benim söylediklerim.

Ocak’ta zaten kızımın da sömestir tatili olduğu için eşim Ankara’ya gitti, ben Ankara’da kayınvalidelerin yanında ne işim var diye kardeşimin yanına kaçtım. Bir hafta sonu kızım ve eşim İstanbul’a geldiler, gezdik eğlendik, onlar geri döndüler.

Ben de Gaziantep’te yaşadığım için uzak düştüğüm arkadaşları eski dostları gördüm, kafamda bir türlü kavuşturamadığım meseleleri ve yeni makaleleri netleştirdim.

Şubat başında kızımın okulu açılacağı için geri dönecek şekilde, ben İstanbul’dan, eşim de kızımızla Ankara’dan biletlerimizi almıştık. Tabii, Gaziantep biletleri uçuk rakamlar olduğu için ikimiz de aynı güne denk getiremedik. Sonra neden aynı gün geri dönmedik diye -ben daha geçe kaldığım için- çok vicdan azabı çektim. Eşimle kızım Ankara’dan 3 Şubat’ta bilet aldılar, ben de 6 Şubat’a İstanbul yeni havalimanından bilet aldım.

5 Şubat akşamı, annemle babam da İstanbul’da kardeşimin evindeydi. Kardeşimin İstanbul’daki son günleri olduğu için ailecek bir yemek yiyelim demiştik. Zira, kardeşim de Almanya’ya taşınmak üzereydi bir süre sonra. Güzelim evini kapatacak, Almanya’da yeniden başlayacaktı. Yaptığının en azından Türkiye’nin o andaki şartları için çok doğru bir şey olduğunu, kafasında kalan soru işaretlerini çok umursamaması gerektiğini anlatmaya çalışıyordum.

İstanbul’daysa öyle bir fırtına vardı ki, bu sene kar fırtınası olmamasına rağmen o 2022 kışının fırtınalarını anımsatacak kadar güçlü bir rüzgar esiyordu. Bir anda teker teker uçuşlarını iptal etmeye başladı yeni havalimanı. Benimkine dokunmamışlardı, henüz. Dünyanın en büyük havalimanının, dünyanın en büyük felaketinde bir işe yaramayacağını pek kısa bir zaman içinde anlayacaktım. Ama daha hiçbir şeyin farkında değildim. Kardeşim gidecekti, hep çok uzaklardaydık, o lise sondayken ben Amerika’daydım, İstanbul’da kavuştuk, o askere gitti, ben İstanbul’da kalamadım, Bursa’ya geçtim, sonra da Antep’e. Hep kardeşim yakınlarda bir yerlerde olsa keşke diye arayıp durdum doğru zamanı.

Annemin yemeklerini büyük bir keyifle yemeye başlarken saat 7:30-8 gibi sanki bina öyle sarsıldı ki, yahu dedim deprem mi oldu. Annem de buna benzer bir şey hissetmişti, zira, şimdi çok net hatırlamıyorum ama birkaç gün önce Marmara’da 4 şiddetinde bir depremle bütün İstanbul ayağa kalkmıştı. Bütün İstanbul gergindi. Meğer hepsi sadece rüzgârmış.

Canım zaten çok sıkkındı. İstanbul’u ne zaman terk etsem canım sıkılır zaten ama bu sefer Gaziantep’e ayaklarım gitmiyordu sanki. Keşke gitseymiş. Bilmiyorum.

Sabah 4:24’te telefonum çaldı. Normalde telefonumu yatarken tamamen sessize alırım ve hiç duymam bile, telefon titremez bile. Eşim aradı. Ben aradığını gördüm, sanki gün içinde aramış gibi daha ikinci çalışta açtım. Sinan dedi, çok korkunç bir deprem oldu. Çok büyük bir depremdi. Biz Piraye’yle aşağıya iniyoruz. Tamam canım dedim, dikkatli olun.

Twitter’ı açtım ve daha ilk dakikalarında, Gaziantep’te bize çok yakın bir yerde tamamıyla yıkılmış bir binayı gördüm.

Pınar dedim, eşimle konuştuk, ben arabanın benzinini az bırakmıştım -salak gibi- hemen benzin alıp oradan çıkın, bu çok büyük bir deprem. İyi değil dedim, hiç iyi değil. Ama o da beni anlayacak durumda değildi, çünkü o korkunç depremi yaşamıştı. Ben yaşamadım, muhtemelen hiç anlayamayacağım. Ama korkunç bir şeyi yaşayanlara ne anlatabilirsiniz ki. Ne anlatabilirsiniz.

Çok sonra şunu fark ettik, depremden bir ay kadar sonra. Aslında depremin merkez üssü, Kahramanmaraş değil, ilk anda Google’ın paylaştığı gibi, Gaziantep’te Sofalaca isimli bir köy. Gaziantep merkeze 25-30 kilometre uzakta, Kahramanmaraş merkeze 60 kilometre uzakta. Anteplilerin Sof dağı dediği yer. O büyük şiddetle kırılan fayın etkisi, yine aynı Sof Dağı yumuşatıyor ve diğer yerlerin aksine Gaziantep’in ağır hasar almasına engel oluyor. Bu sayede biz, ben, benim ailem yaşayabiliyoruz.

Bunu çok sonradan fark edeceğiz. 6 Şubat sabahında bildiğim tek şey, eşimle kızımın Gaziantep’te olduğu, benim İstanbul’da olduğum gerçeği. Türk havayolları acaba akşama değilde bir iki saat içinde uçabilir miyim dediğim anda bölgeye olan bütün uçuşları iptal etti. Babam, ki 71 yaşında, ben seninle geleyim dedi, ya dedim baba bir sıkıntı olsa sen nasıl dayanacaksın. Ona da bozuldu tabii. İstanbul’dan Gaziantep 1250 kilometre. Aynı mesafeye İstanbul’dan Çekya’ya gidebiliyorsun diyemedim tabii. Türkiye çok büyük bir ülke.

Acaba dedik ben babamın arabasını mı alsam, kardeşime sordum. Ya dedi o arabanın bakımı yok, lastikleri ölü. İkiniz için de fecaat. Çünkü o esnada İstanbul’da kar fırtınası başlamış, sadece İstanbul’da değil, bütün batı Anadolu’da kar fırtınası var.

İyi dedim, ben o zaman hemen çıkayım. En azından Ankara’ya gideyim, gerekirse Ankara’dan araba kiralar Antep’e yola çıkarım. Sabah saat 6 gibi. Ve ben ilk binebileceğim otobüsle saat 1-3 arası öğleden sonra Ankara’da olacağımı zannediyorum.

Sadece o yeni uyanma saatlerinde şunu yaptım, yapabildim. Eşimin teyzesi ve dayısı Ankara’da yaşıyorlar, onları aradım 5:20 gibi, dedim hemen yola çıkın siz, ben ne zaman gelebileceğimi bilmiyorum ama siz ne kadar erken yola çıkarsanız o kadar iyi olur. Yol çok zor olacak, yemek, battaniye bir şeyler de alın yanınıza.

Bir yandan da düşünmeye çalışıyorum. Eşimin 4:30’daki aramasından sonra ilk gördüğüm sosyal medyada Antep’teki bir hesabın attığı bizim evin aşağısında dümdüz çökmüş bir ev. Ve sadece o kareden bile durumun vahametini kavrayabiliyorum, karar vericilerin aksine, sırf o kare çok korkunç bir şeyle karşı karşıya olduğumuzu bana idrak ettirdi.

Ankara’ya giden ilk otobüse binmek için Kamil Koç’un Dudullu’daki terminaline gittiğimde, durumun vahameti daha da belirmeye başlıyordu. Ağlayanlar, sürekli telefonda yakınlarının durumunu öğrenmeye çalışanlar, otobüs arayanlar. Ağlayanlar ve feryat edenlerle beraber, durumun çok ciddi olduğunu -ama sonradan fark edeceğim korkunçluğun yanına bile yaklaşamadığını- anlayacaktım.

10’da değil ama 11 Ankara arabasında yer bulabildim. Ankara’da eşimin teyzesinin yanına vardığımdaysa, akşam saat 8’i bulmuştu.

Otobüste arkamdaki ailenin annesinin abisi daha yeni yıkıntıların arasından çıkarılmıştı, İskenderun’da. Onlar da bir çare Ankara’ya doğru hareket etmişler. Hemen arkamdaki koltuktaki adam Kahramanmaraş’a doğru gitmeye çalışıyordu, yıkılan lojmanların haberlerini alıyordu.

Tam eşimle yazışıyor, üniversitenin binalarında güvende oldukları için biraz rahatlamıştım ki, ikinci deprem oldu. İkinci deprem iyice alt üst etmişti sinirlerimizi. Kendi evimizden daha çok ODTÜ-Gaziantep’in son yaptırdığı binalara daha çok güveniyordum. Bir yandan da mimar dayımla eşimi konuşturup, üniversite binalarının güvenilirliğini anlamaya çalışıyorduk.

Fakat ikinci depremin şiddetiyle beraber, herkes arabalara geçti; çok zorda kalmadıkça da binalara girmediler. En pişman olduğum şeylerden biri de, sömestir tatiline çıkarken bizim arabanın deposunu doldurmamak olacaktı. Deprem olduğu andan sonra hemen eşime benzin almasını söylesem de, POS cihazlarının bağlantısı koptuğu için önce, daha sonra da bütün şehirde benzin tedariği durduğu için arabanın benzini kısa sürede bitti. Sadece evden kampüse geçmelerine yetecek kadar benzini vardı.

O esnada, bizim gibi bir grup Antepli olmayan hoca da, arabaları toparlayıp yola çıkma planları yapıyordu. 6 Şubat öğleden sonra 2 sularında.

Bizim arabaya tabii o esnada bazı genç arkadaşlar panikle benzin yerine mazot dolduracaklar, araba da 1 aya yakın kampüsün kapısının önünde yatacaktı. Böylelikle, sabahın beşinde kayınvalideleri uyandırıp yola çıkarmanın önemi daha da ortaya çıktı, çünkü saat 4’e yaklaşmışken ancak Bolu dağını geçebiliyordum.

Aynı saatlerde, kayınvalidem ve erkek kardeşi de, Adana çıkışında kalmışlardı. Gaziantep’e giden yollar kapalıydı. Ankara’da terminalde inince, hemen bunu sordum otobüs firmalarına, 350 liralık bilet satmak için göz göre göre yalan söyleyip, yollar açık, otobüsler kalkıyor diyenler hakkında ne düşüneyim bilemiyorum.

Geceyarısını geçince ancak eşimin teyzesi ve dayısı Gaziantep’e ulaşabilecekti, normalde 6-7 saat süren yol, 13-14 saatten fazla sürmüştü. Benim de Ankara’dan yola çıkmaya ne gücüm kalmıştı, ne de yola çıkmamın anlamı vardı.

Eşimin diğer teyzesinin Ankara’daki evlerine girdiğimde, onlar da canları burunlarında kuzenlerinin ailesiyle birlikte Antakya’da yıkılan evlerinden çıkmasını bekliyorlardı. Sabaha karşı kötü haberlerini aldık. Antakya’da pastane işleten Rizeli ailenin anne, baba ve kızları göçük altında vefat etmiş, iki oğlan çocuğu ise neyse ki kurtulmuşlardı.

Daha sadece ilk günü, hatta ilk 12 saati yazabildim. Açıkçası, sonraki günler çok zor geçecekti. Ve o günleri hatırlayabildiğimi zannetmiyorum. O günleri daha sonra anlatmaya çalışacağım.

Discover more from Sinan Tankut Gülhan

Blogdaki Gelişmeleri Takip Etmek için abone olabilirsiniz:

Subscribe now to keep reading and get access to the full archive.

Continue reading/Okumaya devam edeyim..