Binghamton: Bir büyük macera

Haziran sonu, sincaplar sessizleşmeye başlarken, bir yığın böceğin, kurdun ve porcupine denilen tuhaf Amerikan kıtası yaratığı kendini göstermeye başlamışken, iki haftadır yağmaya ara vermeyen yağmur, hiç durmamacasına yağmaya biraz daha ikna olmuştu.

Binghamton şehir merkezi, kötü bir photoshop ve eski sanayi bacaları.

Sincapların sessizleşmesi büyük bir dönüm noktasıdır Amerikan kırsalında. Kışın çatıyı kıtırdatmakla, çöpleri çalmakla geçen zamanları, baharın gelmesiyle sıcaklık bulabildikleri tek kaynaktan uzaklaşmakla sonuçlanır. Dev çöp tenekesinin arka balkonda sincap dişlemeleriyle, tırnaklarıyla çizilmiş izlerini gördüğümde, sincapların acımasız yaşama iradesine saygı duymayı öğrenmiştim.

Binghamton’a 22 Ocak 2003 geceyarısını biraz geçip de saatler 23 Ocak’ı gösterdiğinde Ankara’dan daha soğuk bir yere gitmiş olabileceğime inancım bir kere daha tazelenmişti. O zamanlar, internet 56k hızıyla çalıştığını vaadeder ve en iyi ihtimalle 3-5 kilobit saniyede hız sunardı. Bütün bu yavaşlığın içinde ve bir zamanlar orada doktora yapmış hocamın da sayesinde Binghamton’ın -bin/gım/tın şeklinde söyleniyor, bing-hamp-tın değil- fevkalade soğuk bir yer olduğunu öğrenmiştim. Bir de Belmar diye harika bir bar olduğunu o şehirde. Sanırım bir de 25 sente hot dog ve kahve veren bir diner olduğunu söylemişti hocam, 25 sent o zaman bile 400bin lira ediyordu ve söylediği şey hiç ama hiç mantıklı değildi.

İlk gittiğim günler soğuktu. Soğuğu daha da nemrut kılan kar yağışı yeni bittiği için pırıl pırıl parlayan güneşe inat esen rüzgar ve o rüzgar sayesinde eksi üçün bile eksi 10 derece hissedilmesiydi. İliklere kadar üşümek denilen şeyi o zaman anladım. İliklerime kadar üşümeye başlamıştım. Ankara soğuğu şaka gibi kalıyordu. Ne kadar toy olduğumu Şubat’ın sonuna doğru, -30 derece soğukta şehrin ortasından eve kadar yürüdüğüm yarım saatte anlayacaktım. İnsan Amerika Birleşik Devletleri’nde fahrenheit ve celsius dönüşümünü çabuk öğreniyor, 32 çıkar, hemen hemen yarıya böl. -30 fahrenheit’ı kafamda toplayıp böldüğümde ise ikisinin aynı olduğuna inanmaz bir şekilde kafamı sallamaya çalışıyor, ağzımdan çıkan dumanın donmak üzere olan bir su buharı yığını olduğuna şaşırıyordum.

Soğuk olmasının şaşılacak bir tarafı olmadığını yıllar sonra fark ettim. New York şehri, okyanusun hemen kıyısında yer alırken, Binghamton ondan kabaca üç yüz kilometre uzaktaydı, okyanusla büyük göllerin tam ortasında. Büyük göllerden kalkan buhar yüklü bulutlar, Binghamton’ın hemen yanı başında yer alan Apalaş dağlarına çarpıp kar olup iniyor, okyanustan kalkan buhar yüklü bulutlarsa Apalaş dağlarını nasıl oluyorsa geçmeyi başarıyorlar, fırtına fırtına New York şehrine düştükten sonra ne kadar kar yükünü taşıyabiliyorlarsa Binghamton’a keyifle bırakıyorlardı. Yılın 300 günü yağış, ya kar ya da yağmur. Arada şanslıysanız, tam 65 gün güneş var. İnsan daha ne ister.

Şehrin o zamanlar hiç ama hiç de tekin olmayan bir yerinde yaşıyordum. Dört katlı eski bir depo binası. Dışı tuğla, içi dev gibi ve apartmanlara bölünmüş. Daha doğrusu bölünmeye hâlâ devam ediyor. En üstte iki daire var, birinde Türkiyeli bir arkadaşımız, diğerinde gene Türkiyeli biz. En üst katın bile ancak dörtte birini kaplayabilmişiz. Her gece ama her gece saat sekiz buçuk dokuz gibi mutfaktaki yemek masamız titremeye başlıyor. Önce dedik herhalde ısıtıcımız çok güçlü çalışıyor, yeni gibi de görünüyor, ama belli olmaz, evsahibi Pakistanlı ve bizde bir hayli eli sıkı intibaı bırakmış, bir kat aşağıda Pencabi arkadaşlarla yer sofrasında yemeğe davet edilmişiz, ben yerde yemek yemiyorum, elle hiç yemek yemiyorum, yiyenlerle aynı masada olmaktan ne kadar hoşlandığımı da hiç ama hiç hatırlamıyorum. Belli ki ısıtıcı hayatının son günlerini yaşamaya başladı diye düşünüyoruz ev arkadaşımla. Isıtıcı son günlerini yaşamıyormuş meğer, meğer devasa apartmanımız taşınırken hiç ama hiç gözüme batmayan demiryolu güzergâhının hemen yanındaymış. Ve hiç sektirmeden her gece aynı saatlerde masamızı titreten o şey de saydığımda yüze yakın yük vagonunun bağlı olduğu, bazen kilometreye varan uzunlukta katar çeken trenin gücüymüş.

1900’lerin başında benim 2000’lerin başında oturduğum eve giden yok böyle görünüyormuş. Benim yaşadığım zamanlar böyle görünmediğini size temin edebilirim.

Amerika’nın insanı en çok şaşırtan yanı bütün o azametinin yanında hüküm süren yoksulluk. O 1950’ler ve 1960’lar güzellemesine bakmayın, ülkenin çok geniş bir kesimi zaten o güzellemenin güzel olduğu vaktin ne kadar da yıkılmış olduğunu fark etmeden yaşıyor. Johnson City’de, Main Street üzerinde postanenin hemen yanı başında oturuyorum. Akşam saat altı yedi dedi mi eve dönüyorum. Döndüğümde her yer bomboş, okulun saat başı kalkan, onu da öğrencilerinin işlettiği otobüsler var bir de belediye otobüsleri. Ki, belediye otobüsleri iki saatte bir filan.

Johnson City’nin bir diğer girişi.

Soğuğun, soğuk olmaktan çıktığı Nisan 23’te, ilk gittiğim yıl, yani 2003’te kar tatiliyle okullar kapandı. Mayıs 1’de ise hava o kadar ısınmıştı ki, şortsuz gezemez olmuştuk. Ne güzelmiş hava burada, en azından aylarca kar, kış, kıyamet çektikten sonra işte güneş açtı. Demiştim ki, ben 3 ya da 5 Mayıs’ta Türkiye’ye geri döndüm. Hep böylesi parlak güneşli günler göreceğimi zannediyordum. Ağustos 17, 2003’te Binghamton’a geri döndüğümde, yağmurlu, epeyi serin bir hava beni bekliyordu. Anlamam ve kavramam bir seneyi buldu. Mayıs başında parlayan güneş, parlamakla kalıyor, bir de kavuruyordu. Ancak bulutlar bir tarafta okyanus, öbür tarafta büyük göller arasında bir pinpon topu gibi gidip geliyor, fileye yakalandıkları yer de nedense hep Binghamton oluyordu.

2006 yazında, Türkiye’ye geri dönmedim. 1960’lara Toplumsal Bakış isimli bir yaz okulu dersi veriyordum. Artık öğrenmiştim. Zira, 2004’te gidip de geri döndüğümde kapıda bıraktığım araba -nasıl bir şaşkınlıksa, penceresini bir parmak açık bırakmıştım, hafif hava alsın diye, memleketten gördüğüm üzere- bileğime kadar su dolduğu için biliyordum yağmur yağacaktı, ne olursa olsun yağacaktı.

Evden çıkarken, artık şemsiye filan almıyordum, zaten ıslanıyorum ve ıslanmaya devam edeceğim ancak tropik sıcakları da gelmiş, arabadan -bir sonraki araba, o öncekinin bileğime kadar suyla dolduktan sonra başka bir sürü sorunun ardından kendi hatam yüzünden ömrü kısa oldu- kütüphaneye yürürken hiç olmazsa ıslaklığım kuruyacak diye düşünüyorum. Okula, kütüphaneye giderken en azından klimalı ortamda çalışacağım diye seviniyordum. Bu arabanın kliması da yok muydu acaba?

Binghamton sisi diye bir şey var. Yaşamayanların pek anlamadığı bir mesele. Yağmur bir kere başlayınca, bir daha bitmeyecek, kar başlayınca iyi ihtimalle üç gün sürecek kar yağması, bulutlar asla dağılmayacak, o gördüğün güzel fotoğraflar sadece fotoğraflarda kalacak, çünkü hava hemen her zaman o kadar kasvetli ve kapalı ki asla ve asla güzel fotoğraf çekecek kadar ışık bulamayacaksın. Binghamton sisi işte tam da böyle bir ümitsizliğe işaret ediyor. Bu sise, ben de dahil olmak üzere yakalanan çoğumuz, belki de ruhumuzun bir kısmını böylesi bir kasvete kaptırdık, bir daha o ruh parçasını asla teslim alamamak üzere, gençliğimizin bir bölüğünü -benim yirmili yaşlarım misal- oradaki siste kaybettik.

2000’lerin başında, The Others isimli bir korku filmi izlemiştim. Alejandro Amenabar’ın filmi. Her takdirde, korku filmlerini hiç sevmem, hakikaten korkarım. Ancak bu film bana bir zihin jimnastiği yaşatmıştı, sonra da Binghamton hakkında bu film metaforuyla çok düşündüm. Filmin teması, sisle çevrilmiş bir malikanede ailenin tamamlanmasını ve eşinin geri dönmesini bekleyen bir kadının gördüğü hayaller ve hayaletler üzerineydi. Nihayetinde fark ettiğimiz -yirmi sene sonra gelen spoiler- gerçek hayaletlerin kahramanlarımız olduğu ve sisin onları dış dünyadan koruduğu olacaktı.

Haziran ayında yağmaya başlayan ve hiç durmayan yağmur, bir baharın daha kaçtığını, yeniden bir sis mevsimine girdiğimi muştuluyordu bana. Yağmur öyleydi ki, yere düşer düşmez buharlaşıyor, işte şimdi geçti dediğinizde yeniden yağmaya başlıyordu, ve yine bitecek dediğinizde buharlaşan su birikintileri tekrar tepenize düşmeye başlıyordu. Hiç bitmeyen bir yağmur döngüsü.

Her zaman böyle olması, şehrin neden nehre sırtını döndüğünü, nehir kenarı parkların, lokantaların, piknik alanlarının, toplanma alanlarının suya uzak düşmesini -kaldı ki, Amerika’nın kuzeydoğusunun en büyük iki nehrinin, Chenango ve Susquehanna’nın tam ortasında yer alan bir şehir- en iyi açıklayan bir gerçeklikti.

Herhalde bir hafta, on gün kadar hiç durmadan yağmur yağdı. Tekrar dışarı çıkıp zarara baktığımda, 28 Haziran 2006 tarihini veriyor gazeteler, net hatırlamıyorum, şehrin iki yakasını bir araya getiren yaya köprüsünün sular altında kaldığına inanamıştım.

İki nehrin birleştiği yerde her yürüyüşümde gözüme çarpan, kocaman bir bahçesi olan, eskice ama güzel bir ev vardı, o da hemen hemen tamamıyla sular altında kalmıştı. Bu evin pencereli kış bahçesinde oturmak en büyük hayallerimden biriydi. Yedi-sekiz sene sonra hatırladığım evin yerinde yeller estiğiydi.

Bu evden daha sonra da bahsedeceğim, şu anda bahsettiğim fotoğraflara şuradan göz atabilirsiniz.

Nehir kenarı mahallelerde yürüdükçe durumun ne kadar vahim olduğunu, nehrin yayılabileceği her yere doğru yayıldığını, yükseldikçe yükseldiğini, şehrin parklarını, sokaklarını, mahallelerini yutmaya başladığını fark edince, de Tocqueville’in Amerika’nın doğasının ne kadar büyüleyici, insanlarının ne kadar bu doğaya yabancı olduğuna dair sözlerini hatırladım.

Su, herşeyi silip götürmüştü. Sisin suya dönüştüğü anda, yağmurun durması, tıpkı kışın tipinin durması gibi korkunç bir etki bırakmıştı geride. Kışın tipi durduğunda, ayaz daha da bastırırken, yazın yağmur durduğunda nem dayanılmaz hâle gelir, sıcak daha da esir alırdı insanı.

Discover more from Sinan Tankut Gülhan

Blogdaki Gelişmeleri Takip Etmek için abone olabilirsiniz:

Subscribe now to keep reading and get access to the full archive.

Continue reading/Okumaya devam edeyim..